27 Aralık 2016 Salı

DOSTUN ACI SÖYLEDİĞİ


Ülke bu haldeyken ve azımsanmayacak bir kitle rahatsızlıklarına ses olacak biri ya da birilerini beklerken,
kaç kişinin aklına çare olarak ADD geliyor?

Gerçekçi olmak gerekirse neredeyse hiç kimsenin aklına gelmediği gibi bazı insanlarda "bir ADD vardı değil mi" tepkisi yaratıyor.

Kurulduğu dönemde dalga dalga heyecan yaratan, Cumhuriyet mitinglerinde milyonların meydanlara inmesinde azımsanmayacak ölçüde pay sahibi olan ADD'nin;
Gündem belirleme, denetleme mekanizması yaratma ve yönlendirme özelliğini yitirmesiyle ilgili hesap vermesi gereken kimlerdir?

Başta Tansel Çölaşan olmak üzere ADD Genel Merkezinin halkta heyecan yaratmaktan uzak ve genel anlamda başarısız olduğuna ikna olmaları için daha ne olması gerekmektedir, eğer bu kadro da zaten bu amaçla görevlendirilmiş "vazifeliler" değilse?

Kemalistlerin mecliste olduğu kadar meclis dışında da partilerüstü oluşumlara ihtiyacı var. Hem de hiç vakit kaybetmeden.

Çözüm olamayanlar, çözüm yaratamayanlar çözümün önünde engel olmaktan, yer ve yetki işgalinden vazgeçmeliler, 
tarihin kendilerinden başka türlü bahsetmesini istemiyorlarsa şayet.


ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
21 ARALIK 2016

CAN'IM BENİM

Mesela ben o patlamada şehit olan askerlerin patlamadan önceki saatlerinin nasıl geçtiğini, neler yaptıklarını tahmin edebiliyorum. Duygularını hissedebiliyorum.
Önce cuma akşamı yat içtimasını aldı nöbetçi subay. Koğuşta alındı içtima (yoklama). Komutan koğuşa girince "dikkat!" diye bağırdı kapıya en yakın olan er. Belki de onbaşı ya da çavuş. Yataklarının başında hazır ola geçtiler. Komutan kontrol etti yoklamayı. Belki de "sol baştan saymaya başlayın" dedi mehmetçiklerine. Belki de bazılarına son kez.
Sonra "istirahat et!" dedi komutan. Ya da "iyi akşamlar". Erler de "sağol!" dedi gür bir sesle.
Çarşı iznine genelde cumartesi ya da pazar çıkılır. Genelde kişi sayısı ikiye bölünür, bir kısmı cumartesi diğer kısmı pazar çıkar. Çünkü içeride birilerinin kalması, "nöbetin dönmesi" gerekir. Yazıcılar ona göre yazar. Her erin çarşıya çıkarken yanına "can dostu" olan er yazılır. Birbirlerine emanet olsunlar, vukuat olursa müdahale etsinler diye.
Cuma "yat içtiması"nda ertesi günkü sabah içtimasının saatini söyler nöbetçi komutan. Bazen erler saatte düzeltme talebinde bulunur. "Sabah içtiması saat 8'de." der komutan, erler "Komutanım 7.30 olsa?" derler. Hele başka komutan başka saatte yaptıysa geçen hafta hemen eklerler: "Komutanım, geçen hafta da 7.30'da çıkmıştık."
Komutanlar genelde ikna olmaya meyilli olduklarından "tamam" derler. Arada çok nadir çıkar insan olduğunu unutan komutan-lar.
Sabah, nöbetini sabah içtiması ile gündüz devriyesine devredecek olan gece devriyesi uyandırır koğuşları.
Traş olunur, parfüm kokuları kaplar koğuşu.
Siviller çekilir, ayakkabılar silinir. Koğuş aynasının önünde birisi ve aynanın ekranında üstünü değişen kişinin kadrajına giren başkaları belirir.
Sabah çarşı defterleri imzalanır. Koşarcasına giderler içtima alanından nizamiye kapısına. Oradan nizamiye komutanına da çarşı izinlerini işletirler. Kuyruk olur o sırada.
Önceden yapılabilir çarşıda neler yapılacağının planı. Nizamiye kapısından çıkışta da plan yapılabilir, plan değişebilir.
Neşe doludur o çarşı minibüsü.
Kimisinde kulaklık, kimisinde -az da olsa- kitap; çoğunluğu keyifle muhabbet halindedir.
Bugün benim de izin günüm.
Ve biliyorum:
Araçta şehit olanların büyük çoğunluğu da araca saldıran teröristler de açtı.
Çünkü çarşıya çıkacak asker güzel bir kahvaltı yapmanın hayaliyle kışlada kahvaltı yapmaz. Dışarıda yapar.
Teröristler de açtır, çünkü onlar kanla, ihanetle, şehit etiyle beslenir(ler),
Hiç de doymaz(lar)!
Ve o minibüs bugün...
Bugün o minibüste olanlar
artık aramızda olmayanlar;
Benim silah arkadaşım, koğuş arkadaşım, devrem; kardeşim!
Can'ım benim.

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
17 Aralık 2016

12 Aralık 2016 Pazartesi

TAK SESİNDEN ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER


Aynı örgütün farklı "tasarım"larından HDP'yi halk seçti ayağına meşrulaştıranları biliyoruz.

PKK'yı ve yayın organlarını gazeteciden sayarak basın özgürlüğü adı altında dolaylı 
ya da
devlet-hükümet ayrımına gerek (bilerek ya da bilmereyek/iyi niyetli ya da art niyetli) duymadan devlete katil damgası vurarak teröristleri özgürlük savaşçıları, gerilla diye doğrudan meşrulaştırmaya çalışanları da.

Peki TAK? TAK'ı kim meşrulaştıracak, normalleştirecek?

Bence bu "sorumluluk" da terör örgütü sempatizanlarıyla beraber, -haklı AKP nefreti ile de olsa- AKP dışındaki tüm unsurları sadece muhalif diye normalleştirenlere, yasallaştıranlara hatta kahramanlaştıranlara düşer; Özgür Gündem'e, Can Dündar'a siper/slogan olanlara, Sezgintanrıkulugillere yutan ve susanlara, keleşin duvardaki gölgesini bağlama sananlara.

***

HDP, PKK, TAK.

Bunlar aynı yapının farklı amaçlar için oluşturulmuş kolları değil mi?
Hepsinin "biji serok"u, bebekkatili "apo" değil mi?

Kilit soru ise hesaba katılmayan bir durumla/ihtimalle ilgili:

HDP, PKK meşrulaştığına inanmasa, bu gibi bahsettiğimiz (Neoliberalinden Sosyal Demokratına, Marksistinden etnikçisine) unsurlar aracılığıyla ve sayesinde bu inancını besleyen geri bildirim almasa, "daha kötü polis" yaratma ihtiyacı duyar mı(ydı)?

Terör karşıtlığının dolaylısı, ama'lısı olur mu?
Peki ya mezhep-etnisite eksenine göre terör örgütünün iyisi, kötüsü?

***

AKP'nin eli kanlı.
Teröristlerin de.
Fakat geri kalan herkesin de eli temiz değil. Kimse başta kendini olmak üzere kimseyi kandırmasın.
Artık, -bi'zahmet- yüzleşme ve sonrasında gerekeni yapma zamanı.

Hem şimdi değilse ne zaman?

ULUS ATAY
12.12.2016

PARTİLERÜSTÜ TAVIR YA DA PARTİZAN TESLİMİYET


Bazı parti liderlerinin açıklamaları "gaf" ya da yaklaşım ve yönelimleri "cesur açılım" olarak görülse de aslında bu kişilerin bu söylem ve tercihleri gaf da değildir daha cesur açılım da değildir.

Bu kişilerin bunları söylemekten/yapmaktan başka çaresi yoktur. Sanılanın aksine bakış açıları geniş değil dardır, tek yönlüdür.

Bu cesaret görünümlü esaretin başlıca sebebi, bu kişilerin asla gelemeyecekleri noktalara başkalarının yardımıyla getirilmeleri ve bu kişilerin de defolu olmasından ötürü o "yardım edici", "yükseltici"ler tarafından seçilmeleridir.

Partilerin antidemokratik yöntemlerle yönetildiği, delege ağalarının parti içi imparatorluklarını meşrulaştırmalarının da "ön seçim", "demokratik tavır" diye pazarladıkları yerde partiler,

Karşı çıkılmayan lider görünümlü "vazifeli piyon"lar aracılığıyla sisteme teslim edilir.

Tabi bu durum aynı zamanda seçmenlerin; seçtiğini sananların, seçmek zorunda bırakılanların temsiliyetlerinin teslimidir aynı zamanda.

Yoksa konuşanlar ne gaf yapmıştır ne de radikal çıkış...

Onlar için asıl radikal tavır, seçmenlerin düşüncelerine, partilerinin kurucu değerlerine sahip çıkmaktır ki bunları yapabilecek "hür iradeye" sahip olmadıklarından partilerin anahtarları bu kişilere teslim edilir "ikinci el"den..

ULUS ATAY
03.12.2016

YENİ TÜRKİYE: YENİ SODOM VE GOMORE! - 2

Oysa ki Cumhuriyet neydi...
Kimsesizlerin kimsesiydi...

Sen devlet olarak yurttaşlarının temel ihtiyaçlarını karşılamazsan,
karşılamadığın gibi bir de barınma sorunu yaşayan öğrencileri cemaatlere tarikatlara paslarsan, oy deposu olarak gördüğün o oluşumlara oyun "bedeli" karşılığında,
böyle olur işte.

Ülkeyi şirket yönetir gibi yönetip konsorsiyum edasıyla bu yapılara kucak açarsan
böyle olur işte.

Birileri sahipsiz çocuklara -ne amaçla olursa olsun- sahip çıkarken sen bir öğünlük masrafını dahi çocuklara vermekten çekinip sadece konuşursan
böyle olur işte.

***

Ölmeyi beklediği için yaşayan insanlar...
Öldüğü anda öldüğüyle kalan insanlar...

Sırf bir zümre daha rahat yaşasın diye ölüme yüklenen kutsal manalarla her biçimde öne sürülen insanlar (ki o insanlara bunu desek ilk o insanlar bizi hedef tahtasına oturturlar.)(Burada kastedilen vatan mücadelesi değil)
Azımsanmayacak kadar çoksa bir ülkede,
İnsanlar,
böyle ölür işte.

Dolar rekor kırdı son 10 günde.
Bu ne demek?
Türk parası tarihinin en değersiz döneminde demek.
Eğer Türk insanı Cumhuriyet Dönemi'nin en değersiz dönemini yaşarken insanı değil de dolarla yaptıkları ticari işlerine odaklanmış insanlar ülke yönetiminde söz hakkına sahip olursa,
böyle olur işte.

Dumansız hava sahasından daha fazlaysa insanlıksız, vicdansız hava sahası,
bir ülkede,
Anladınız siz nasıl olacağı...
işte!

***
Orta Doğulaşma ve Yugoslavyalaşma tehlikesi ve kıskacında Türkiye.

Derdin dermanı ise sadece kurucu değerlere dönmekte,
Hem de bir an önce!

ULUS ATAY
30.11.2016

UÇURUMUN KIYISINDA BİR ULUS...

Cehennemi mecazi anlamda yaşamak bile yetmiyor, kesmiyor.
Alenen yaşıyoruz yanarak.
Alenen yanıyoruz, yaşayarak.
Yaptıklarımızın, yapmadıklarımızın, cehaletimizin ve bencilliğimizin karşılığında lanetlendik tarih nezdinde.
Ve korkarım ki "bu daha başlangıç"...
Yaşadığımız korku, içinde bulunduğumuz asansörün durması ve bir halatının kopmasından kaynaklı.
Daha yeni başlıyor bedel ödememenin bedelini ödeme faslı.
O halatlar kopacak, o kabin yere çakılacak.
Kaderimizi de işte bu dibe vuruş sonrası teslimiyetimiz ya da kendimize gelmemiz şekillendirecek.
Ulusun kaderini yine ulusun azim ve kararlılığı ya da atalet ve kararsızlığı belirleyecek.
Daha ötesi yok.
Sağ olacak bir ulus başı da kalmadı artık. Ateş düşmeyecek yuvanın kalmadığı, kalmayacağı gibi.
Olmak
ya da
yok olmak,
Anadolu'da esas mesele bu,
üstelik tam da şimdi.
Seçim senin Türk milleti. 
Bu zamana kadar yaptığın(ı sandığın) seçimlerin aksine.

ULUS ATAY
30.11.2016

KIBRIS CEPHESİ-6







Görseldeki harita, Rum basınında gezen harita..
Karpaz ve Güzelyurt gibi Ada'nın en verimli bölgeleri Rumlara veriliyor.
Ya da Rumlar böyle istiyor.
Türkler?
Türklerin tavrı belli de Türkleri temsil görünümünde teslim edenlerin tavrı bizlerden saklanıyor, bilinmiyor!

***

Haritadaki tüm isimlerin Rumca olmasını sadece kendi dilinde anlatım olarak değerlendirmeyin.

Ve sorun, sorgulatın:

Misak-i Milli'yi bile yetersiz, "dar" bulan birisi, neden adalarının işgaline sessiz kalır, neden Kıbrısla ilgili tek söz et(tir)mez?

***

Acı ama doğru konuşalım, yüzleşelim.

Denizden destek aldığı için Çanakkale geçilmedi, deniz yolu kapalı olduğu için Sarıkamış harekatı faciaya dönüştü.
Osmanlı İmparatorluğu karaya hapsolduğu, sıkıştığı için yıkıldı. Adalarını Yunanistan'a, Kıbrıs'ı Rumlara veren bir Türkiye Cumhuriyeti de karaya hapsolur ve çok kısa sürede yıkılır!

Birilerinin Menderes, Özal gibi Musul-Kerkük rüyasını dillendirdiği, operasyonlaştırdığı noktada hem "Misak-i Milli yetmez, "Yeni"den Osmanlı" naraları atılıp hem de adalar işgal edilip Kıbrıs konusu gündem dışı bırak(tır)ılınca insan sormadan edemiyor:

Kıbrıs hangi pazarlıklara meze ediliyor ve neyin karşılığında?

Akdeniz'in doğal hissedarı olduğumuz zenginlikleri, Türkiye'nin karasularından, saha genişliğinden alınarak kimlerin tepsisine konuluyor, konulmak isteniyor?

Herkesin bir gerçeği anlaması anlatması gerekiyor hiç vakit kaybetmeden:

Kıbrıs demek Türkiye'nin Doğu Akdeniz çıkarları demek. Kıbrıs'ın gitmesi demek Türkiye'nin etrafındaki çemberin tamamlanması demek. Ve Türkiye'nin nefessiz kalması...

Kıbrıs Türkleri ile Türkiye Türkleri arasındaki gündelik ilişkiler üzerinden değerlendirilmesi yapılacak, karara bağlanacak bir mesele değildir Kıbrıs meselesi!


ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
20 KASIM 2016

16 Kasım 2016 Çarşamba

KIBRIS CEPHESİ-5 : KKTC 33 YAŞINDA!


15 Kasım 2016.
Her türlü müdahaleye, mezalime, inkara rağmen:
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 33 yaşında!
Kutlu olsun!

***

İki sene önceydi sanırım. Kıbrıs'ın siyasi gündemini, bu gündemi belirleyen parametreleri bir Kıbrıs Türküne sorduğumda şu yanıtı vermişti:

"Türkiye ile Kuzey Kıbrıs'ın politikaları ayrılmaz. Türkiye'de ne olursa Kıbrıs'a da aynısı yansır. Türkiye'de çözüm süreci başlar, burada da benzer bir 'süreç' başlar."

Kaderin cilvesi, şimdi Kıbrıs'tayım, asker olarak.
Türkiye'de Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkmaya çalışan insanlar için 29 Ekim nasıl hem tedirgin hem coşkulu geçtiyse Kıbrıs'ta Cumhuriyet kazanımlarını savunan Kıbrıs Türkleri için de 15 Kasım aynı şekilde geçiyor.

***

Yakın zamanda Kıbrıs'ta olan bitenleri "Kıbrıs Cephesi" başlıklı yazı dizimle sizlere aktarmaya başlamıştım. Bu yazı, serinin 5. parçası. [1]

İsviçre'de süren görüşmelere Rum tarafının isteği üzerine bir haftalığına ara verildi.Böyle diplomatik görüşmeler satranç gibidir. Bir hamle yapılırken karşı tarafın üç adım sonra yapacağı hamle hesaplanmalı, ona göre yaklaşım belirlenmelidir.

Kıbrıs'ta Türkler ve Rumlar arasındaki süreçte Ada'daki görüşmelerde Kıbrıs Türkleri her daim ılımlı olmuş, karşılığında zulüm ve baskı gördüğü gibi Rumlar tarafından da dünyaya "uzlaşmaz", "barbar", "işgalci" olarak lanse edilmiştir.

Kıbrıs Türk tarihinin kırmızı çizgileri en silik yönetimiyle yapılan görüşmelerde bile Rumların, Atina ve Rum Ortodoks Başpiskoposu'na durum onaylatmak için görüşmelere bir hafta ara verilmesini istemesi, hem kimin aslında uzlaşma yanlısı olmadığını hem de Rumların hiçbir zaman verilenle yetinmeyeceğini göstermektedir.

Kıbrıs Türklerini savunma arzusuyla Rumlarla masaya oturan bir yönetim için bu talep büyük bir fırsattır, daha doğrusu fırsattı.

Bu teklif karşısında yapılması gereken çok netti. Teklifi yapan Rumların üstüne gidilir ve Rumların tavrı sonrasında tüm dünyaya ilan edilerek Kıbrıs Türkleri ile ilgili yanlış algılar da büyük ölçüde giderilirdi. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin de eli güçlenirdi.

Fakat görüşmelere KKTC adına katılan Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Rum Yönetiminin bu teklifini uzlaşmacı tavra karşı oyunbozanlık olarak değil, acilen lavaboya gitmesi gereken birisinin istemsiz isteğiymiş gibi yorumladı ve ilan etti:

"Bir haftalığına ara onların talebi, bizim de onayımız ile verildi.
(...)
Kriz söz konusu değil. Böyle bir durum olmasını da arzu etmiyoruz. 'Bir hafta çok uzun bir zaman değildir, ihtiyacımız vardır.' dediklerinde müstakbel ortağımıza bunu anlayış ile karşılayabileceğimizi söyledik." [2]

Ayrıca Mustafa Akıncı açıklamalarında görüşmelerde anlaşılan şartların 1960 Anayasası'ndan ve Annan Planı'ndan daha iyi olduğunu yineleyince bazı soruları "yine" sormak da bize farz oldu:

Rum kesimi 1960 Anayasası'nda daha avantajlı taraf mıydı?
Evet.

Peki buna rağmen Türk kesiminin haklarına saygı gösterdi mi?
Hayır.

Rumlara 1960 Anayasası'ndan daha fazla hak tanınan Annan Planı'na Rumlar hayır dedi mi?
Dedi.

Üstüne bir de Rum kesimi "Kıbrıs Cumhuriyeti" adına AB'ye kabul edildi mi?
Edildi.

O zaman an itibarıyla AB üyesi olan Rumların, 1960 Anayasası ve Annan Planı'ndan daha fazla taviz verilmesini kabul edeceğini ve bu anlaşmaya sadık kalacağını temin eden garantörler nedir?

Tabii bu "süreç" Akıncı'nın anlatmaya çalıştığının aksine uzun vadede KKTC'nin ve Kıbrıs Türklerinin Ada'dan silinmesini sağlayacak şartlara sahip değilse...




Eğer Akıncı insanları kandırmıyorsa -ki bu konuda bile ciddi şüpheler var- Rumların ya da BM'nin adaletine nasıl bu kadar güvenebiliyor?

Zamanında hem hukuki hem evrensel tüm değerleri çiğneyen Rumlar değil miydi?

Türklerin yaşadığı Rum baskısını uzun süre izleyen, katliamlara seyirci kalan BM değil miydi?

Türkiye Cumhuriyeti'ni de Barış Harekatı'na zorunlu kılan; Ada'daki Rumların, BM'nin, İngiltere'nin adaleti tahsis etmekten uzak tavrı değil miydi?

Daha kilit ve acı bir soru soralım:
O dönem Kıbrıs Türklerinin güvencesi Türkiye Cumhuriyeti siyasi iradesi ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin Genelkurmayıydı.
Bugün böyle bir durumda Bülent Ecevit'in ve belli konularda bir Kemalistin kabul etmeyeceği fikir ve davranışlara sahip olmalarına rağmen en azından Kıbrıs konusundaki hassasiyetleri açısından Erbakan ve Süleyman Demirel'in tavrını gösterecek bir siyasi irade var mı? Ve de Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Genelkurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Semih Sancar gibi aktif bir rol oynayıp sorumluluk alır mı? Alırsa da bunun altından başarıyla kalkar mı?

***

KKTC, 18 Kasım 2016 tarihinde 33. kuruluş yılını kutlarken mevcut soru ve sorunlar bunlar.

Barış Harekatı'nda şehit olan mücahitleri rahmetle, gazilerimizi saygıyla anarken kapanışı da 1960 Anayası'na tabi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Rum veTürk halklarının haklarına saygılı olması gereken Kıbrıs Radyosunun 1961 yılının Ekim ayında yaptığı çocuk programındaki konuşma ile yapalım.

Nasıl bir bilinçaltı ile masaya oturup kimlerden sözlerine sadık olmalarını beklediğimizi irdelemek için, geçmişte yaşanan ve değişmeyen yaklaşımların ışığında...

   (...)

—Ne vakit büyüyecek ve babanın intikamını alacaksın?

Altı yaşındaki Aristo cevap verdi:
—Büyüdüğüm zaman sana altı Türk'ün başını getireceğim.
Bravo oğlum. Sen Yanni, sen ne getireceksin?
—Ben size 100 baş getireceğim ve onları yakacağız.
—Ya sen Theodoragi?
—Ben size Türklerin başını getirmeyeceğim çünkü kokarlar. Ben babamın vasiyetini yerine getireceğim.Türkleri Mora'dan süreceğim.
 [3]


Çağdaş BAYRAKTAR
15 Kasım 2016
Güzelyurt/Kıbrıs

(Yazıda kullanılan görseldeki kişiler: KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, Rum Kesimi Lideri Anastasiades)
(15.11.2016 tarihinde yazılan bu yazı, gündem yoğunluğundan ötürü 16.11.2016 tarihinde yayımlanmıştır. ÇB )

DİPÇE

[2] Havadis gazetesi(Kıbrıs), 13 Kasım 2016, sayfa 28

[3] Dr. Fazıl Küçük, Kıbrıs'ta Türk Davası ve Rum Vahşeti, sayfa 29 (1964)

14 Kasım 2016 Pazartesi

BYLOCK KULLANAN BAKANLAR KİMLER?




Kılıçdaroğlu, Bylock kullanan bakanları açıklayacağım demişti -en azından şimdilik- yakın sayılacak bir süre önce, o iş ne oldu?
Yoksa bu konu da çıkmaz ayın son cumasında Kabataş görüntüleriyle birlikte mi yayınlanacak?

***

Eğer halkın bilmesi gereken gerçekler, halka gerçekleri söylemesi için seçilen (en azından önemli bir kesim bu sebeple, seçtiğini düşünüyor/inanıyor/sanıyor) kişiler tarafından suçlularla pazarlık malzemesi haline getiriliyorsa bu durum da "suça yardım ve yataklık" kapsamında değerlendirilmelidir.
En azından kamuoyu vicdanınca.

Peki partililer bu konuda genel başkanlarına yeterli baskıyı yapıyorlar mı?
Yapmıyorlarsa yapmalılar, tabi kendisi de Bylock kullanmayanlar.

Aksi halde Kılıçdaroğlu bu bilgiyi açıklama konusunda pek istekli değil gibi..

Sahi, başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP Genel Merkezinin FETÖ konusunda çekincesi, saklaması gerekecek bir durumu yoktur değil mi?

Derdi pazarlık yapmak da değilse Kılıçdaroğlu, bakanları açıklamak için daha neyi bekliyor? 
Bakanların kendi kendilerini açıklamasını mı?

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
14 KASIM 2016-KIBRIS

11 Kasım 2016 Cuma

18. ADA KIBRIS MI? (KIBRIS CEPHESİ-4)

“Ada’da KKTC’nin ve Kıbrıs Türklerinin kaderi açısından hayati bir süreç yaşanıyor. Fakat bu ‘the süreç’ bilinçli bir şekilde kamuoyundan saklanıyor. Bu sebeple Kıbrıs’ta olan biteni elimden geldiğince bu başlık altında sizlere iletmeye çalışacağım.”[1]
***
İsviçre’de pazartesi günü başlayan Kıbrıs görüşmelerinden önce Rum kesiminin beklentileri ile şeffaf davrandığını fakat KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın kamuoyunu bilgilendirmediğini bir önceki Kıbrıs yazımda belirtmiştim.[2]
Haksızlık etmişim!
Sayın Cumhurbaşkanı kamuoyunu bilgilendirmiş.
Ne zaman?
Görüşmeler başlamadan 2 gün önce, 5 Kasım 2016’da.
Aynı zamanda Rum Lider Anastasiadis’in bilgilendirme toplantısından 1 gün sonra.
Akıncı’nın toplantısını Anastasiadis’in toplantısından 1 gün sonra yapması, ona cevap verme olanağı da sağlar. Bunu aklımıza not edelim ve iki liderin açıklamalarını irdeleyelim.
Mustafa Akıncı’nın açıklamalarını okuyunca insan kızgın kumlardan serin sulara giriyor gibi oluyor Kıbrıs’ın yaz sıcağında.
Gayet olumlu, iyimser.
Anlaşılan aşamaların 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki şartlardan çok daha iyi olduğunu söylüyor Türk tarafı adına.[3]
Bu durumda insan sormadan edemiyor:
Rum kesimi, zamanında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası’nda bulunan, bir nevi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası’nı oluşturan Garanti Antlaşması’nı ve İttifak Antlaşması’nı ihlal etti mi?[4]
Etti.
Bu Cumhuriyet’teki haklardan faydalanan Rumlar, Türklere karşı katliam yaptı mı?
Yaptı.
Sonrasında geçen yıllarda Rum kesimi AB’ye “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak girip AB nezdinde hem Ada’nın tek “tanınan” yönetimi olup öte yandan da KKTC’yi işgalci pozisyonuna düşürdü mü?
Düşürdü.
Peki, o zaman 1960’ı yeterli bulmayan, AB’ye giren, Annan Planı’na bile hayır diyen Rumlar neden mevcut haklarından feragat etsin?
Üstelik bir detay daha:
Rum kesiminde yönetim değişiklikleri olsa da askeri darbe görseler de Ada’ya dair istekleri hiç değişmedi. Hiçbir konuda geri adım atmadılar. Rum tarafında durum böyleyken Türk tarafında ise süreç zigzaglar, gündelik yaklaşımlar ve bilinçli-bilinçsiz ödünlerle ilerledi.“Kıbrıs meselesi diye bir şey yoktur.” diyen de oldu, “Kıbrıs’ta hak iddia edemeyiz.”diyen de oldu, “İnsanlar ölüyor. Siz kelimeler üzerinde tartışıyorsunuz.” deyip de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 186 sayılı kararına imza atarak Türk kesimini Kıbrıs’ta işgalci, Rumlardan oluşan yönetimi de Kıbrıs’ın tek meşru yönetimi yapan Türk liderler de oldu.[5]
Mustafa Akıncı kritik birçok konuya değinmeden masal tadında bilgilendirme yaparken Anastasiadis neler dedi?
“Kıbrıs Rum tarafının hedefinin, çok sayıda göçmenin geri dönmesine olanak sağlayacak düzenlemeler olduğunu belirten Anastasiadis, bir soru üzerine bu düzenlemeler içerisinde Güzelyurt’un da yer aldığını söyledi.”[6]
Şu an benim askerlik yaptığım alayın bulunduğu, Şehit Yüzbaşı Pilot Cengiz Topel’in işkence gördüğü yeri de içerisinde bulunduran Güzelyurt’un özelliği nedir peki?
Kıyı şeridinde bir bölge. Tamamen yeşillik ve toprak olarak belki de Ada’nın en verimli yeri.
Başka ne diyor Rum Lideri?
“Çözümün ilk gününde Kapalı Maraş’ın yasal sahiplerine iade edileceğini, ara bölgelerin yasal sahiplerine derhal geri verileceğini ve önemli sayıda Türk askerinin ilk günden itibaren çekilmeye başlayacağını vurguladı.”[7]
“Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis, Kıbrıs Rum tarafının, çözümün hayata geçirilmesine ilişkin önerisiyle Türk ordusunun varlığının istenmediğini savundu. Türkiye’nin dönüşüm halindeki devlete veya yeni düzene garanti olmasının mümkün olmadığını savunan Anastasiadis, ‘BM himayesindeki çok uluslu bir kuvvet’ veya ‘güçlendirilmiş bir barış gücünden’ bahsetti.”[8]
Anastasiadis’in bu açıklamalarından bir gün önce başka bir görüşmesi oldu.
Rum Lider’in görüşme esnasında bol bol nasihat aldığı bu kişi tabii ki de Rum Ortadoks Kilisesi Başpiskoposu 2. Hrisostomos’tu.
Başpiskopus’un, “Yetmez ama evet.” kokan “Toprak müzakerelerinde ayak dire.”nasihatına Anastasiadis’in verdiği yanıt yine Rum tarafının yaklaşımını gösterir nitelikte:
“Sizin tezlerinizden daha iyisine ulaşmaya çalışacağız.”[9]
Konuyla ilgili basında çıkan bir kısım ise kimlerle uzlaşmaya, adil bir çözüm bulmaya çalıştığımızın acı bir yansıması olsa gerek:
“Hrisostomos, Kıbrıs Türklerine yüzde 25 oranında toprak bırakılsın önerisini açıp açmadığı yönündeki soruya ise konuyu bizzat Anastasiadis’in açtığını belirterek ‘Daha da azını vermek elimizden gelse evet ama bize de bağlı değil. Müzakere çetin olacak.’ dedi.”[10]
Burada çetin mücadeleden kastın Rum kesimin gerçeküstü isteklerinin kabul edilmeye çalışılması olduğunu anlamak çok zor olmasa gerek.
İşte tüm Türkiye’nin Fetö ve Musul operasyonuna yönlendirildiği günlerde Kıbrıs’ta ve İsviçre’de durum böyle.
KKTC tarafından asla verilmemesi gereken bu tavizlerin önündeki en büyük engelin “ne istenirse verecek” Akıncı değil de verilenleri yeterli görmeyecek olan Rum tarafı olması da hem bu süreçteki “stratejik derinliğimizi” hem de bizi yönetenlerin temsiliyet ile teslimiyeti aynı potada erittiğini gözler önüne seriyor, acziyet içinde… Bunu, Akıncı’nın kendisinden bir gün önce konuşan Rum Lideri’nin sözlerine yanıt vermeyip aksine pembe tablo çizmesinden de anlıyoruz.
Tarih, vatansever Türkiye Türklerini olduğu gibi Kıbrıs Türklerini de kendi vatanları için yapay ayrımları bir kenara bırakarak örgütlenmeye ve mücadeleye çağırıyor, en acil biçimde.
ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
8 Kasım 2016
DİPÇE
[1] http://bayraktarcagdas.blogspot.com.tr/…/kibris-cephesi-1.h…
[2] http://bayraktarcagdas.blogspot.com.tr/…/kibris-cephesi-3.h…
[3] Vatan gazetesi(Kıbrıs) 6 Kasım 2016, sayfa 4-5
[4] Unutulan Ada Kıbrıs, İlker Başbuğ, Kırmızı Kedi Yayınevi, 1. Baskı (sayfa 39-51)
[5] a.g.e. (sayfa 159-174)
[6] Volkan gazetesi(Kıbrıs) 4 Kasım 2016, sayfa 3
[7] Halkın Sesi(Kıbrıs) 6 Kasım 2016, sayfa 10
[8] Halkın Sesi(Kıbrıs) 6 Kasım 2016, sayfa 10
[9] Volkan gazetesi(Kıbrıs) 4 Kasım 2016, sayfa 5
[10] Volkan gazetesi(Kıbrıs) 4 Kasım 2016, sayfa 5
(Bu yazı 9 Kasım 2016 tarihinde Üçüncü Yol'da yayımlanmıştır.)

BİR GÜN DEĞİL HER GÜN...

10 Kasım 2016.

Mustafa Kemal Atatürk'ün öncelikli, ebedi ve ezeli düşmanı cehalettir. 
O yüzden Mustafa Kemal'in askeri olmak, Mustafa Kemal'in eğitim ordusunun neferi olmak demektir.

Bu ordunun kısa vadeli mühimmatı mermi, top, tüfek olsa da uzun vadeli cephanesi akıldır, bilimdir; silahı kalemdir.

Yani, Mustafa Kemal Atatürk'ün askeri olmak sığ bir militarizme indirgenemez, sadece militarizmle açıklanamaz.
Fakat bu demek de değildir ki vatan için gerektiğinde vuruşarak ölmekten bir an bile tereddüt edilsin.
"Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir." diyen Mustafa Kemal Paşa biziz ama aynı zamanda "Vatan için ölmek, bizim için Ağustos sıcağında soğuk su içmek gibidir." diyen Şahin Bey de biziz.


***

Üzerimde şehitlerimizin kanını kendine desen edinmiş şanlı Türk ordusunun üniformasıyla saygı duruşunda bulunmak, yine bu üniformayla bunları yazmak, benim için büyük bir onur olduğu kadar bir o kadar da büyük bir sorumluluk.
Peki, bu sorumluluk bize fazla gelir mi?
"Az bile gelir."

Açtığın yolda gösterdiğin hedefe yürümekten vazgeçildiği ölçüde kasedi sarmak zorunda kalıyoruz başa.
1919'a, 1918'e, 1912'ye...

Bu durum bizi tedirgin etmiyor mu?
Ediyor.
Ancak aynı zamanda motive de ediyor. 

Çünkü tarih, bedel ödememenin bedelini ödeyen bizlere yeniden Kemalist Devrim için mücadele etme onurunu bahşediyor.

Evet, kolay olacak çünkü elimizde başarılmış bir örnek var. Zafere giden yolun haritası uygulandı, onaylandı.
Evet, zor olacak çünkü düşmanlar da bizim hangi durumlarda neler yapabileceğimizi bizzat yaşayarak kavradı.
Bu doğrultuda hedefleri için kendi çözüm yolunda daha sinsi, maskeli bir tavır takındı.

Kaybettikçe değerini anladığımız Cumhuriyet kazanımlarına yeniden sahip çıkmak insanlık onurunun bize yüklediği görevdir her şeyden önce.
Kutsal emanetlere sahip çıkmanın olmazsa olmaz koşuludur.
Bu sorumluluk duygusuna sahip insanlardan oluşan ordunun ebedi Başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'tür.

Kendi çıkarları uğruna ülkeyi yangın yerine çevirenler de giydiği üniformanın onurunu kurtarmak adına lazım olan bir mermiyi aciz bedenlerinden esirgeyenlerin rütbeleri de tarih önünde yok hükmündedir.
Sırtımızı sadece Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e ve tarih önünde her geçen gün daha çok doğrulanan Kemalist Devrim'e yaslıyoruz.

Çekinmiyoruz, korkmuyoruz, kaçmıyoruz.

Varlığımızı sürdürmemiz için gerekli olan asgari coğrafi alan içinde bulunurken
Ve buna rağmen bu alan da elimizden alınmak istenirken;

Boyun eğmeyeceğiz, teslim olmayacağız, pes etmeyeceğiz.

Çünkü: "Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, cehennemler kudursa sönmez nigâhbanıyız."

Vatan için mücadele etmeden, kafa yormadan ölmek bize yakışmaz!

Çağdaş BAYRAKTAR
10 Kasım 2016-KIBRIS

ARTIK "SONUN BAŞLANGICI"





Bu sabah, Trump'ın zaferi belli olunca bu iletiyi yazmıştım. (Görselde paylaştığım.) Daha doğrusu kendime sorduğum soruları sesli düşünmüştüm.
Dünya yönetiminde söz hakkına sahip olanın bir ülkeden ziyade "çok uluslu" bir zümre olduğuna inanırım.
Şimdi seçilen ve yakın zamanda ABD Başkanlığı yapan kişilerin zeka seviyelerine baktığımızda da bu kişilerin bu çarkları döndürebilecek kişilerden ziyade ekrana sürülen kuklalar olduğunu görürüz.(Evet, aydınlanma yaşıyorum şu an.)
Kuklanın olduğu yerde yapılması gereken kuklacıya bakmak.

Trump'ın Çin ile ilişkileri geliştirmek istediğini haberlerde duyunca (askerde olduğum için bunu bir saat önce öğrenebildim) önce aklıma yıllar önce okuduğum bir ekonomi dergisi geldi. O dergide Çin ekonomisinin 10 sene içinde bir numaraya çıkacağı söyleniyordu ve hemen hemen öyle de oldu.
Sonra aklıma ideolojik birikimi açısından sayılı kişilerden olan aynı zamanda çok da sevdiğim(yer yer ihmal edip kızdırdığım) Sanem Aykut'un "ABD Merkez Bankasındaki rezervler buradan geri çekilip Rusya-Çin merkez bankalarına yatırılıyor." sözü geldi.

Ne mi görüyorum?

Dünyayı yöneten mekanizmanın ekonomik manada coğrafi merkezi kayıyor.
ABD için "posalaşma" süreci başlıyor.
Tüketim kültürü kendi yaratıcısını yeme konusunda çok iştahlı ve sanki toplumları tüketen kendisi değilmiş gibi aç.

Son 1 2 yılda sadece yakın çevreme dillendirdiğimi şimdi buradan söyleyebilirim sanırım:
ABD için sonun başlangıcı. ABD parçalara ayrılırsa kimse şaşırmasın.

Yazıyı sonlandırırken bir detayın altını çizmek istiyorum:
Sonun başlangıcını yaşayan, yaşadığını iddia ettiğim ABD, emperyalizmin değil.

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
09.11.2016-KIBRIS

8 Kasım 2016 Salı

"KIBRIS CEPHESİ" (3)


Belki de Kıbrıs Türklerinin kaderini belirleyecek görüşmeler yarın İsviçre'de başlayacak.
Rum tarafı masaya elinde harita ile oturacak. Ne istedikleri, nelerden asla vazgeçmeyecekleri belli.
Kırmızı çizgileri de belli.
Aynı şekilde KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı da elinde bir dosya ve harita ile gidiyor ama sorun şu ki: Harita ve dosya hakkında kimseye bir şey söylenmiyor.
Belki de kırmızı çizgimiz bile yok.
Ne isteyip ne vereceğimizi belki verdikten sonra anlayacağız.
Rum kesiminin öncelikli şartı Ada'dan Türk askerinin çekilmesi.
Ayrıca, Akıncı İsviçre'ye gitmeden önce son görüşmesini İstanbul'da Erdoğan'la yaptı.
Türk basınında bunla ilgili bir haber var mı?
Kamuoyu yaratıldı mı?
İkisinin de yanıtı hayırsa o zaman neden?
Hele de birilerine Misak-ı Milli'nin dar geldiği günlerde bu sessizlikten ne anlamalı?

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
06.11.2016-KIBRIS

"KIBRIS CEPHESİ" (2)


KKTC'nin milli yayın organlarından Volkan yazarı Aydın Akkurt'un 4 Kasım 2016 tarihli, "Kriterler, Toprak ve Haritalar" başlıklı yazısını oku(t)makta fayda var:

"İsviçre’de 7-11 Kasım tarihleri arasında yapılacak görüşmelere sayılı günler kaldı. Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis, bugün düzenleyeceği basın toplantısıyla Rum halkını bilgilendirecek ve ardından İsviçre’ye hareket edecek. Rum müzakere heyeti de Pazar günü İsviçre’de olacak.
Ulaşan bilgilere göre; Rum tarafı toprak ve haritalar konusunda bütün hazırlıklarını tamamladı, başta Kilise olmak üzere Rum Ulusal Konseyi’nin de onayı alındı.
Rum siyasi partilerinin Anastasiadis’i çok sert şekilde suçlamaları ise oyundan ibaret.
Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı bugün, Meclis’te temsil edilen siyasi partilerle görüşecek.
***
Rum siyasi partileri İsviçre’de yapılacak toprakla ilgili müzakerelerde masaya harita ile rakamların konulması yönünde ısrarlı. Anastasiadis’in de ana hedefi bu.
Türk tarafında ise bu konuda endişeler var. Çünkü, Rum tarafının niyeti; Türk tarafının toprak konusunda vereceği tavizleri görmek ve ona göre hareket etmek. Bu da oldukça sakıncalı.
Ama ne var ki, TDP Genel Başkanı Cemal Özyiğit’in yaptığı açıklamalar çok farklı. Özyiğit; yaptığı açıklamalarda toprakla ilgili kriterlerin görüşülmesini göz ardı ederken, “İsviçre’de toprak ile harita konularının detaylı şekilde masaya yatırılarak ilerleme kaydedilmesini beklemekteyiz, bu şekilde de süreç olumlu gelişir.” diyor.
İşte bunu anlamak mümkün değil. Bu noktada da, Rum siyasi partileriyle görüşen Özyiğit’in, Rumların etkisinde mi kaldığı sorusu akla geliyor.
***
Şimdi de gelelim İsviçre’de yapılacak müzakerelerin programına;
Müzakereler Pazartesi sabahından Cuma akşamına kadar devam edecek. Müzakerelerin ilk günü törensel olacak ve buna BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon da katılacak.
İkinci gün, Yönetim, Ekonomi, AB ve Mülkiyet başlıkları ile halen varlığını koruyan anlaşmazlıklar ele alınacak.
Üçüncü gün ise toprak kriterlerinin görüşülmesine başlanacak ve kriterlerde uzlaşıya varılırsa karşılıklı harita teatisi yapılacak. Türk tarafı ile Rum tarafı hazırladıkları haritaları masaya koyacak.
Ve buna göre demek oluyor ki: Akıncı İsviçre’ye giderken çantasında harita da olacak.
Bu haritanın neleri içerdiğini ise kimse bilmiyor.
İşte esas mesele de bu.
Bilmem anlatabildim mi?"

Aktaran:
Çağdaş BAYRAKTAR
4 KASIM 2016-KIBRIS

"KIBRIS CEPHESİ" (1)


Ada'da KKTC'nin ve Kıbrıs Türklerinin kaderi açısından hayati bir süreç yaşanıyor fakat bu "the süreç" bilinçli bir şekilde kamuoyundan saklanıyor. Bu sebeple Kıbrıs'ta olan biteni elimden geldiğince bu başlık altında sizlere iletmeye çalışacağım.
***
Rum kaynaklarından DIKO, Rum tarafının beklenti ve yaklaşımını anlamamıza ve kimlerle uzlaşma/pazarlık masasına oturduğumuzu görmemize gayet yardımcı oluyor.

Haber 3 Kasım 2016 tarihli:
"Kıbrıs sorununa dair herhangi bir antlaşma ortaya konulmasından önce Türk askerinin çekilmesi, bir miktar TC kökenlinin geri gönderilmesi ve çözümle birlikte iade edileceğinde uzlaşılacak toprakların iadesinin güvence altına alınması gerekir."

Bu "çözüm süreci" ve karşı tarafın pervasız ve taviz bekleyen tavrı size de bir yerden tanıdık geldi mi?
***
Umarım son dönemdeki Musul girişimlerimiz bir pazarlıkta Kıbrıs'tan vazgeçmemiz karşılığında ağzımıza çalınan bir parmak bal değildir çünkü bu durumda bu ödün o ağza çok kan kusturur.
Mecazi anlamda değil.

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
4 KASIM 2016-KIBRIS

4 Ağustos 2016 Perşembe

90+2 - Çağdaş BAYRAKTAR



Çok fazla şey yazmak istediğim dönemde askerlik nedeniyle yazılarıma ara vermek zorunda kalacağım için, sosyal medya üzerinden duyurumu yapıp dükkanı kısa süreliğine kapatmıştım.
Fakat değerli bir ağabeyim, bugün yazılan bir yazıyı önüme koyunca, bir veda busesi koymak farz oldu.

***

İşgal kuvvetlerine ait dolap içinde "Kaos anında 1. dereceden kurtarılacak" aparat Can Dündar, "Askerin boşluğuna kim yerleşecek?" diye sormuş yazısında.

Yine yazılarının hemen hemen hepsinde olan algıyı kurgulamış.

Objektif analizler kasan yazar moduna girmiş, ama sevinç gözyaşları yine satırlarından taşmış.

Bir farkla. Bu kez cümleler, algılara monte edilmek için diğer yazılarda olduğu gibi derinlere gömülmek yerine yazının girişinden kendini bırakmış.

Ülkede TSK açısından olan-bitenden nasıl bir keyif aldıysa...

***

AKP ile "kafeslendiği" bizzat emperyalizmin 1. dereceden tetikçileri tarafından itiraf edilen TSK hedef tahtasına konar da Can Dündar durur mu?

Durmaz.

Şöyle girmiş yazıya Can Dündar:

"Türk siyasetinin en önemli aktörü emekli oluyor. Gönüllü değil zorunlu bir emeklilik bu; sahneden kovuluyor.
Rütbeleri sökülüyor, okulları kapatılıyor, kışlasının kapısına çöp arabasından barikat kuruluyor, yıllarca hükmettiği sivillerin idaresine bağlanıyor.
Bir dönem bir mektubuyla hükümeti, bir ters bakışıyla başbakanı deviren kudretin asırlık iktidarı un ufak oluyor.
Kimi gözyaşlarıyla, kimi davul zurnayla uğurluyor onu...
Şaka değil; giden, bir ulusal kimlik aynı zamanda...
“Asker millet”, tarihinde ilk kez tankların önüne yattı, üstüne çıktı, üniformalı birilerine “hain” damgası yapıştırdı.
“Her Türk asker doğar” diye rap rap yürüyenler, birden ana rahminde edindiklerine inandıkları meslekten soğudu.
Asker çekiliyor şimdi...
Sadece kışlasına da değil, kabuğuna..."

Bu cümleleri okur okumaz kendi öngörüsüzlüğüme kızıyorum önce; "Keşke elime yakılan kınayı daha idareli kullanıp, başkasına da lazım olur diye bir kısmını bugünler için ayırsaydım. O zaman böyle sadece "keşke"lerde de kalmazdım."

Anakronizm, herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması.

Olayın bulunduğu şartlardan soyutlanarak değerlendirilmesi, daha doğrusu yargılanması, Anakronizme girer mi emin değilim.

Ama böyle bir "yanlış"ın da olgunun da varlığından Can Dündar'ın haberdar edilmesinde fayda görüyorum, eğer ki işgal kuvvetlerinin "sivil" askeri olarak bunu bilinçli es geçmiyorsa.

Kurumları, erkleri, üniformaları her şeyden soyutlayarak irdelemek; sadece bir düşüncenin temelsizliğini derinleştirir.

Oysa her coğrafyanın, ülkenin kendine göre dinamikleri vardır. Bu aşamada bir hareketi, kurumu, o coğrafyaya kazanımları ya da kayıpları üzerinden değerlendirmek gerekir.

Emperyalizm tarafından her dönem siyasi unsurların pasıyla kafeslenebilen TSK'nin yaptığı 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini savunmak söz konusu olamaz.

Fakat son iki yüz yıl üzerinden bu toprakları inceleyen birisi, bu topraklarda "ilericilik" kavgasına en fazla alanı açanın da "gericiliğe" karşı en büyük "caydırıcı"nın kim(ler) olduğunu da çok rahat görür:

İttihat ve Terakki Cemiyeti,
Cumhuriyet Halk Partisi,
Türk Silahlı Kuvvetleri.

Bu üç kurumun zamanla gericiliğe ödün vermesi başka bir konudur. Fakat bu topraklarda ilericiliğin uzun dönem oksijen çadırları oldukları aşikardır.

Buna rağmen ne diyor Can Dündar yazının devamında:

"Çağdaş bir demokrasi için sevinilecek gelişme... Tuhaf olan, askerin bu kadar siyasetin içinde olmasıydı aslında...
Cumhuriyet’i kuran kadronun asker olmasının yarattığı gelenek, yıllarca orduyu, toplumun en güvendiği kurum olarak baştacı etti. Asker, her zaman ayrıcalıklı ve itibarlı bir pozisyonda oldu. Bazen, “Silahlı Kuvvetler” imzalı bildirilerle yönetime el koydu; bazen, “Artık silahsız kuvvetler halletsin” diyerek sivilleri harekete geçirme misyonuna soyundu.
Ama her daim mıh gibi, siyasetin tam orta yerinde durdu."

Yazının sonunda,

"Bu kıskaçtan çıkışın tek yolu var:
Askeri/sivil her tür baskı rejimine karşı duran, demokrasiye inanan ve bir haziran günü birliktelikten gelen gücünü gösteren toplumsal dinamiğin, bir an önce buluşup örgütlenerek, sabırla, sağduyuyla yarına hazırlanması...
Parkları kışla değil, kışlaları park yapmanın vaktidir şimdi..."
diyerek demokrat ve özgürlükçü pozlar kesen Can Dündar, üstte alıntılanan kısımda
"Bazen, “Silahlı Kuvvetler” imzalı bildirilerle yönetime el koydu; bazen, “Artık silahsız kuvvetler halletsin” diyerek sivilleri harekete geçirme misyonuna soyundu." da diyerek hem bir kurumun siyasete müdahale etmesine hem de sivil iradeyi sorumluluk almaya davet etmesine bozuluyor. Birbirinden farklı bu iki seçeneği kendi adaleti bozuk terazisinde eşitleyerek.

Peki hem askerin baskın olmasına hem de askerin sivil unsurları öncü olmaya davet etmesine aynı anda neden bozuluyor Can Dündar?

Çünkü bunları doğruyu aramak için değil, bir kuruma olan nefretini meşrulaştırmak için yapıyor, yazıyor.

...

Yazının başka bir kısmında bu darbe girişiminde bulunanlar için FETÖ demek yerine şu tabiri kullanıyor:

"Gülenciler".

Bu tabir, Fethullah Gülen'in bu girişimdeki rolünü inkar etmeye çalışırken somut delillerin de varlığı yüzünden "Girişimde bulunanlar içinde beni seven kişiler olabilir" açıklaması ile ne kadar da "paralel"lik gösteriyor değil mi?

(Yazı dışı not: Fethullah Gülen'in cemaatine terör örgütü diyebilme yarışında Kılıçdaroğlu, Can Dündar'a karşı 1-0 önde. Bu maçla ilgili "alt" bitme ihtimaline kesin gözüyle bakan bahis şirketleri, bu sebeple maçın alt bitme ihtimaline gayet düşük oran veriyor. Tıpkı bu ikilinin PKK'ya terör örgütü denmesi müsabakasında olduğu gibi.)

***

Uzun uzun anlatmaya gerek yok. Zamanında üniformaya haklı ya da haksız sırtını dönen bu toprakların insanı, o askerlerin kendi namusunu kurtardığını yaşayarak gördü, kendisi de o üniformanın bir parçası olarak.

Bilinçli olarak ıskalayan merminin sesinden masum insanların arkasına saklanan, imkan bulduğunda seke seke olay yerinden olay yerinde masumları kaderine terk ederek uzaklaşan "Seferi Genel Yayın Yönetmeni" eminim ki bu toprakların kaderini ve insanların yaşayacağı sorunları önemsemiyordur.

O yüzden ne olursa olsun bu topraklarda kalacak olanlar için anımsatmakta fayda var:

Bazı kurumlar, çok fazla kan kaybettiği durumlarda bile bazı tehditler için caydırıcılığını korurlar. Yapısal ve karakteristik değişiklik yaşamadığı sürece.

Çünkü bizler için en çok eleştiri alıp yetersiz kaldığına inanıldığı dönemde bile varlığıyla rahatsız ederler karşı tarafı.

Şimdi yeniden yaşayarak göreceğiz, ülkede laikliğin yegane teminatı olan ordu sivilleşerek "caydırıcılığını" yitirdiğinde heykellerini yıkmaya pek meraklı olduğumuz, yerden yere vurduğumuz bazı unsurları, kurumları mumla arayıp aramayacağımızı.

Umarım çok geç kalınmaz; kaybedildikçe öneminin farkına varılan kazanımlara sahip çıkılması hususunda.

Aksi halde... cümlenin devamını getirmek bile istemiyorum.

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
4 AĞUSTOS 2016

Bahsedilen Can Dündar yazısının tamamını okumak için:
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/578435/Askerin_bosluguna_kim_yerlesecek_.html