29 Haziran 2015 Pazartesi

Oynar başlıklı yazı - Misilleme Kurşunkalem





Konulardan konulara atlamak, bazen yarım kaldığını sandığımız konuların en fazla o kadar olduğu içindir. Ya da konuların diğer yarısı, hikayenin henüz yazılmamış, yazılamamış diğer yarısıdır. Belli yerden sonra fazla üstelemezsin. Aksi zaten yine aynı "belli bir yerden" sonra bünyeyi bozar, dengeyi sarsar, akla zarar.



***


"Bu kız beni sever
bu kız beni öldürür
bu kız bana güzel hayaller gördürür
bu kız beni tutar
ve kendine çeker
bu kızla bana bir oda bir yatak bir kütüphane yeter
belli ki bir sır vardı onun sesinde 
her düşündüğümde onu beyaz elbisesinde
bela bulur beni
ve uyku kaybolur gibi
bu kız beni görünce gülümser
bu kız bana güzel
yalanlar söyletir
bu kız bana yeni bir takım şeyler öğretir
her gece
(...)
çizgi filmler mi izlesek?
hiç bir yere de gitmesek
hiç kimseleri görmesek
ama açlıktan da ölmesek iyi"





***



Böyle diyor şarkı ben de şarkıyı şarkı gibi dinlemek yerine lime lime etmeyi tercih ediyorum.

Seven, oldu.

Öldüren oldu.

Hayaller gördüren de oldu.
Tutan oldu, çeken oldu, sesinde sırrı bilmem ama sesi güzel olan oldu, gülümseyen oldu, -yeni bir şeyler olma konusu kanayan yaramdır, deşmek yerine üstünden atlıyorum-, bak belayı bulma konusunda gayet iyiyimdir, yalan söyleten de oldu, uyku zaten insanlıktan öncesinde kayıp bedenimde.



Böyle şarkılarda hayal dünyasında gezmek ve özlem duymak yerine azla yetinip"çizgi film izleyip, kütüphanede takılsak" kısmına odaklanıyorum.



Bu durumun normal olduğunu sanmıyorum. 

Aslında bunları yazmayı da düşünmüyordum.

Hatta yazının yaratacağı polemik ihtimalinden de acayip tırsıyorum ama yine yazının beni süreklediği gecelerden birisindeyim, sonu nereye varacak merak ettiğimden takip ediyorum.



***



Bazı geceler sadece içselleştirdiğim grupları dinleyip limonlu soğuk çay içerek de huzuru bulabilirim gibime geliyor.

Ve genelde ansızın geliyor gibi'me huzur,

yer-mekan seçmiyor,

benim -en az kendim kadar- ihmal ettiğinden ve ateş alıp gitme kıvamında takıldığından odanın dağınıklığına da takılmıyor.



Tam o anda şarkıda söz: "Böyle günler olur, olur."



Paylaşıldıkça mutlu eden şeylerin paylaşıldıkça parçalatan şeyler de olabildiği gerçeğini şu an yazmakta olan parçalardan birisi olarak yazıyorum,

bunun dışındaki tüm apoletleri omzum reddediyor.



Seçilen yalnızlığın içindeki dayatılan yalnızlığı yalnız bırakmaya çalışırken seçilen yalnızlığı yalnız bıraktığımdan olsa gerek, yalnızlığı ne şekilde istediğimle ne şekilde istemediğimi karıştırıyorum çokça kendimde.

Karıştırmadığım azca zamanda da doğru yansıtamıyorum sanırım.



"Anlaşılmayı beklemekle başladı bu lanet ve en az senin kadar seninle yaşayacak" diyor içimdeki ses, "çıkar göster" diyecek cesareti bulamıyorum kendimde.



Yine "ve" sevdiğim parçaların yeni versiyonlarını kabullenme konusunda istekli olamıyorum.



Yazmayı duraklatıp da etrafıma baktığım anda yine çalan şarkının sözleri bana "n'oluyor lan" dedirtiyor:



"son gelince aklına, bide baktı ki etrafına düşündü

debelenip durdu endişesinde

kendini gördü parfüm şişesinde düşündü

belki modern zamanlar onun içindi
ilkel olmak bir seçim değildir diye"

-parfüm şişesi benzerliğe dahil değil.


***

Beklentisizliğin yarattığı sessizliğin tedirginliği her geçen sene daha çok artacak belki de.

Dahi anlamında kullanılan de-da gibi ayrı kalacak ilk etapta,

sonrasında da koşarak uzaklaşacak,

-belki de kendisine iyi gelebilecek şeyleri de göremeyecek en çok da bu beslemeli keşkeleri-.


***

Düşündüm,

tam da şimdi,

sayfalarca,

kitaplarca yazılan bu gibi şeyleri,
bir cümle ile özetlemişti Sadri Abi:



"Bu hayatın falanları filanları malum"




Misilleme Kurşunkalem

30 Haziran 2015 


27 Haziran 2015 Cumartesi

İsmini vermek istemeyen bir yazı (2) - Misilleme Kurşunkalem



"Bir hayatı seninle yaşamak dedi 
İstanbul'da kedi olmak gibi 
Bir yanın beni hep besledi 
Bir yanın ölmemi istedi 
Dedim olur 
Böyle günler olur 
Böyle günler olur "


***

Hayat bugün yine fazla gerçek.

Oysa benim kafamdaki dünyam benim için daha gerçek,
mevcut hayat yanlış,
doğrumla yanlışın paralel olmasına
-kırk fırın- 
kanıt gerek.

İzlerken temposuna, ruhuna kapıldığı film bittiğinde kendini boşlukta kalmış gibi hisseden
tek ben miyim;
bilmiyorum.

Bir olayı birden çok kişinin yaşaması,
bir olayın bir kişinin payına düşürdüğü acıyı parçalara ayırır mı?

Yaptığım aramada aradığıma bağlanamadan bastığım kapatma tuşunun bir dakika sonrasından yazıyorum.

Para karşılığı oynadıkları reklamda,
bu ülke ve kültürle hiç alakası olmayan
markaların reklamında
oluşturulan yapay samimiyetle
-Vallahi bal gibi glokalizm!-
bulmaya ve yaşatmaya çalışıyoruz kutsallarımızı.

Putları yıkanları putlaştırarak
taptığımız yerden devam ediyoruz hayata.

An itibariyle yazımı tüm kutsallardan, kutsallarımdan arındırıyor,
her seferinde çarptığım duvarın
bu kez içinden geçeceğimi umarak devam ediyorum.

"olduğum yer" içeren şiirimsiyi yazanı yazalı en az bir gün oldu.
Şiir-
-imsim taze,
başka bir şehre kaçmış olamaz.

Emperyalizmin seçip,
üstümüze yerleştirip,
bize sormadan sormuş gibi yapıp da bizi beğenmeye ikna ettiği renkler
bana göre değil.

Çünkü benim kristalimden
hepsi griye
kırılıyor.

"Evet sayın seyirciler, şimdi hayatımıza kırıldığımız yerden devam ediyoruz".

Parçalanmayı yıpratıcı kılan,
her parçalanma sonrasında bazı parçaların tüm aramalara rağmen bulunamamasından kaynaklı,
her 98'den 100 yapmaya çalıştıkça,
birime düşen duygu seyreliyor.

İnsan kendisini yazın bestelenmiş Serdar Ortaç parçası gibi hissediyor.
Anlamadın mı?
Sorun değil.
Genelde Defne ve Gizem de anlamıyor.
Ki Defne, genelde ağzını açmadan konuşabiliyor.

-Benle paylaştığı şekerler yazıya dahil değil

Zaman makinesine binip,
-geçmişe ya da geleceğe dönmek için varılması gereken-
88 mile çıkmak istiyorum.

Sonra gider miyim,
gelir miyim
ölür müyüm,

Pek de umursamıyorum.

Renklerimizi renklerinizin bulaşamayacağı yerde muhafaza etmeye çalıştım,
her daim çalışacağımın sözünü de her gece kendime tekrar veriyorum.

Fakat daha iyi bildiğim,
birilerinin "gerçek" diye dayattığı yapaylıklardan
- her geçen gün daha fazla-
sıkılıyorum.

-Gidelim Petito!

***

"Geçenlerde geldi bana geri 
Köpeğinin cenazesini giden biri gibi 
Beni sevmekten çok öldürmeye meyilli 
Eskiden böyle değildi "


Misilleme Kurşunkalem
28 Haziran 2015



Algılar ve Yargılar - Çağdaş Bayraktar



Konuya girmeden önce yine belirtmekte fayda var.

Mevcut seçim sistemine inanmıyor ve fazla bir beklentiye girmiyorum. Çünkü meclise gidiş güzergahında gerekli olan şartlar, milletten olan ve milletten yana olmak isteyecek olan kişilerin çok fazla sahip olabileceği şeyler değil.

Ayrıca kurucu ideolojinin ilkelerinin bazı partilere pay edilip de o ilkelerin içinin boşaltılması ve bu vesileyle halktan soyutlanması konusunda da partilerin bilerek ya da bilmeyerek önemli işler yaptığı görülmekte.

Bu şartlar dahilinde parti irdelemesi yapacak olursak;
AKP ve HDP’nin kurucu ideoloji ve rejimin tasfiyesi  “proje”sinin doğal müttefikleri olduğunu görürüz.

MHP’nin dönem şartlarında da elle tutulur tek yanı, “the süreç”e karşı durma potansiyelidir.

CHP özü ile Kemalist devrimin partisi olsa da, son hali, Genel Merkezi, PM üyeleri ile birlikte yukarıda bahsettiğimiz “proje”nin üçüncü ayağı rolüne daha rahat soyunabilir. Ki zaten ülkenin bölünmesine yol açacak olan “the süreç” konusunda CHP’nin AKP ve HDP açısından bir farkı yok. Aksine, “the süreç”in mimarlarından olan ve son dönemde AKP’nin bu konudaki attığı adımları yetersiz bulan Murat Özçelik’in prosedür boşluklarından faydalanılarak CHP’ye Genel Başkan Yardımcısı yapılması bunun en somut göstergesi değil midir? [1][2][3]

***

Bir Kemalist olarak belirtmeliyim ki MHP’nin “özüne dönmesi” benim için çok bir anlam ifade etmez. Bir çok konuda eleştirmekle beraber, MHP’nin Devlet Bahçeli dönemindeki çizgisi “ırkçılık”tan daha uzak bir profil çizmekte. Lakin aynı mesafeyi “ümmetçilik” konusunda söyleyemeyiz. Tabi bu tarz “hamleler” yaparken MHP parti tabanını çok daha fazla dikkate almak zorunda. Çünkü -özellikle kırsaldaki seçmeninin- AKP seçmen modeline yakın olması, MHP’nin daha temkinli olmasına yol açıyor. Ki zaten bunun en çok da AKP farkında, o sebeple her seçim öncesinde ortam AKP’nin “milliyetçilik” reklamlarına bulanıyor.

Kemalist değerler üzerine yükselip, hala “Atatürk’ün partisi” vurgusuyla oy almaya çalıştığı yerde en çok CHP’nin eleştirilmesi, daha doğrusu ifşa edilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü mecliste olan hiçbir partinin bu tarz bir iddiası yok.

Bu durumda MHP’den bekleyebileceğimiz tek şey ise, “Türk” kavramının, “Türkiye Cumhuriyeti”nin hedef olduğu yerde CHP’nin yapmadığı milli duruş ve direnişi sergilemektir. Özellikle de “the süreç”e karşı.

Tabi bu durumda da insan sormadan edemez;
“MHP bu karşı duruşu açılım yanlısı Ekmeleddin İhsanoğlu ve Arzu Erdem gibi kişileri vekil yapıp da, Sinan Oğan ve Engin Alan gibi kişileri tasfiye ederek mi yapacak?

***
Bu eleştirileri özellikle belirtme gereği duyuyorum ki, düşüncelerim doğruyu aramaktan ziyade “birilerini aklamak ya da öne çıkarmak” olarak algılanmasın.

İşte bu “ahval ve şerait” içinde yapıldı 7 Haziran 2015 seçimleri. “AKP’nin tek başına iktidar olmaması için HDP barajı geçmeli” algısı, kapımızdan kovsak bacamızdan girdi ve hedefe ulaştı. AKP’nin Doğu bölgesindeki seçmeninin HDP’ye kayması ile beraber CHP seçmeninin bir kısmı da bu algı ile HDP’ye oy verdi. Tabi bu insanlar sanırım bir kez bile şunu sormadı kendisine, sorsa da cevap vermekten kaçındı:

“AKP’den biz neden şikayetçiyiz? Bölücü ve gerici olduğu için, faşizan yönetim sergilediği için. Peki bu konuda HDP AKPden ne kadar farklı?
Örneğin Altan Tan, Egemen Bağış’tan daha mı “ilerici”?”


Seçimlerde AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı görülünce de koalisyon ihtimalleri konuşulmaya başladı. Bu durumda da yeni bir algı sürüldü piyasaya:
“Halk AKP dışındaki partilere koalisyon mesajı verdi”, “Yüzde 60lık blok”

Bu algı piyasaya sürüldü diyorum, çünkü bunun akılcı bir yanı yok. Siz hiç, -kendiniz de dahil-, “Partime oy vereyim de şu bloğun parçası olsun, şu partilerle koalisyon kursun” diyen seçmen gördünüz mü?

Genel olarak seçmen ne için oy verir bir partiye kendince?

Ya partisi iktidar olsun diye, (iktidar olacağına inandığı için)
ya kendisinin o parti tarafından temsil edildiğini düşündüğü için,
ya bir partinin iktidardan düşmesi için ondan sonra en güçlü olan parti olduğu için.
Ya da devam etmekte olan bir sürece duyduğu rahatsızlığı göstermek için sürece karşı durduğuna inandığı bir partiye.

***

Resmi seçim sonuçları açıklanınca ilk açıklamasını aynı gece yaptı MHP adına Devlet Bahçeli. (8 Haziran 2015)[4]
HDP dışında tüm partilerin “kaybeden” olduğu yerde tüm parti liderlerinin bu gerçeği inkar eden yaklaşımlarını ayrı bir konuda değerlendirmek üzere virgül koyarak koalisyon yaklaşımını anımsarsak; Bahçeli koalisyonun bir uyumluluk gerektirdiğini, MHP’nin kırmızı çizgisinin çözüm süreci karşıtlığı olduğunu, çözüm süreci yaklaşımlarını dolayısıyla da olması gereken koalisyon seçeneklerinin AKP-HDP ve AKP-CHP-HDP olması gerektiğini söylemişti.

Sonrasında da 20 Haziran’da Sözcü Gazetesi yazarlarının sorularını yanıtladı Bahçeli.

Tabi bu süreçte hem birilerinin “eski” ayrımlarının etkisiyle olayları yorumlaması, hem de yaratılan algı operasyonuyla şu mesaj pompalanıyordu:

“MHP uyumsuz, mızmız, oyunbozan, HDP ise uyumlu, yapıcı.”

MHP’nin hassasiyeti, ülkenin bölünmez bütünlüğünü ve rejimini tehdit eden “the süreç” üzerineydi ve bu konuda hassasiyet göstermeyecek olan partilerle masaya oturmanın da bir anlam ifade etmeyeceğini söylüyordu.

HDP ise daha kurnaz davranarak, bir yandan kendisi dışındaki herkesi AKP’nin kucağına itmeye çalışıyor, öte yandan da “herkesle görüşürüz” mesajı veriyordu. Bu mesajı vermesine herkes “olumlu” hatta “esnek” manalar yüklüyordu ama HDP’nin seçim sonuç bildirgesi hiç öyle demiyordu. Çünkü 8 Haziran’da Selahattin Demirtaş’ın “özel teşekkür” ettiği bebek katili için özgürlük istiyordu HDP. [5]

Tam da “Türkiye’li” bir tavırdı bu…

Düşüncelerinden ödün vermeyen, Kandil’e, İmralı’ya sırtını dönmeyen HDP uyumlu, çözüm yanlısı; ülkenin bölünmez bütünlüğünü kırmızı çizgi kabul eden MHP uyumsuz ve çözüme yaklaşmayandı.

Yine 20 Haziran 2015 tarihinde yayınlanan Devlet Bahçeli röportajına dönecek olursak, gazete röportajı şu başlıkla yayınlamıştı:

"CHP’ye “hayır”, AKP’ye şartlı “evet”". [6]

Bu başlık da aynı algının devamıydı. Çünkü  CHP’ye hayır demesinin sebebi, daha doğrusu hayır dediği teklif, medya üzerinden yapılan “makam teklifi” idi. Düşünmekte fayda var; bir parti olumsuz baktığı bir duruma medya üzerinden yapılan “makam teklifi” üzerine “evet” dese, nasıl bir profil yaratırdı seçmen üzerinde?

Öte yandan gazetenin AKP için “şartlı” olan “evet” dediği durumdaki şartlar nelerdi?
Çözüm sürecinin durdurulması,
Erdoğan’ın parti üzerindeki ağırlığının çekilmesi,
17-25 Aralık dosyasının yeniden açılmasıydı.

Aynı röportajda Bahçeli’nin de dediği gibi, böyle bir durumda AKP mi kalır? Bu açıklamanın şartlı evet değil, şartlardan ötürü hayır olduğunu kestirmek çok zor değil. Üstelik bu şartlara rağmen MHP’nin  yaklaşımından “evet” mesajı çıkaranlar, yine çoğunlukla sorsan Erdoğan bittiğinde AKP’nin dağılacağını düşünen insanlar.

Bu iki açıklama arasında ve sonrasında “AKP-MHP koalisyonu” haberleri çıktı ortaya. Bu haberleri çıkaranlar, yine hükümete yakın olan yayın organları olmasına rağmen, o “yandaş” kesime karşı olan kesimlerce sorgusuz sualsiz “kabul” edildi. Oysa aynı yayın organları değil miydi, kumpas davalarındaki sahte belgelere “gerçek” manalar yükleyen, aydınları ve askerleri mahkemelerden önce yargılayan, hatta infaz eden?

Bu şartlarda AKP’nin doğal müttefiki olan HDP ile ilgili koalisyon ihtimali zorlaşmış durumda. Çünkü AKP çözüm süreci konusunda tavır değişikliğine gidebilir. Yandaş gazetelerin birden “teröristi fark etmesi” dikkatinizi çekmiştir. Fakat bunun sebebi AKP’nin düşünsel değişimi değil, AKP’yi “seçen” güçlerin yine AKP’yi Graham Fuller’in tabiriyle “ufalamak” için HDP’yi öncelikli tercih durumuna getirmiş olduğunu AKP’nin fark etmesinden kaynaklanıyor. (Yine MİT tırlarındaki silah konusunda Erdoğan’ın Aydınlık’ın yaptığı habere çok tepki göstermeyip de o haberden 16 ay sonra aynı haberi yapan Can Dündar’a ateş püskürmesi de Can Dündar’ın muhalefetinin arkasının Erdoğan tarafından bilinmesinden kaynaklanmakta)[7]

Fakat MHP’nin AKP için sunduğu diğer iki şartın varlığı, durumun imkansızlığını gözler önüne seriyor. Çünkü herkes yolsuzluk davasının ucunun kime ulaşacağının farkında. Yine Erdoğan’ın pasif bir duruşu kabul etmeyeceğinin de.

Durum bu olmasına rağmen insanların “AKP-MHP hükümet kuracak, MHP yine stepnelik yapıyor” dediğini gördüğümde, kaynaklarının da yandaş gazeteler olduğunu fark ettiğimde “acaba benim göremediğim bir şeyler mi var” demiştim.

Ancak Emre Kongar’ın Bahçeli görüşmesi ile ilgili 27 Haziran 2015 tarihli gözlemlerini aktardığı yazısındaki bazı kısımlar, durumu ortaya koyuyordu. Yazıdan o kısımları anımsarsak:

Örneğin Meclis Başkanlığı seçimlerinde AKP’nin tavrı sorulduğunda, bu kez bıyık altından gülümseyerek, “AKP’nin tavrı olmaz, Recep Tayyip Erdoğan’ın emri olur!” yanıtını veriyor. 
Dış politika ve Davutoğlu konusunda verdiği yanıtlar da kısa ve kesin: 
IŞİD’e, Sünni İslam adına destek verenler için: “Kafa kesen Müslüman olur mu?” diyor. 
Davutoğlu için de “Stratejik Derinlik” kitabına atıf yaparak “Davutoğlu, Osmanlı filan, çok derinde kalmış” diyerek gülüyor.
(…)
AKP’nin ve HDP’nin karşılıklı bir “Danışıklı dövüş” havası içinde milleti aldattıklarını söylüyor: 

HDP’nin bölücü olduğunu ama bu niyetini demokratiklik maskesi altında sakladığını, AKP’nin bu bölünmeye kapalı kapılar ardında rıza gösterir gibi davrandığını ama bunu gerçekleştirmeye cesaret edemeyeceğini düşünüyor.
(…)
Arkasından medyada oluşan AKP-MHP koalisyonu havasını şöyle açıklıyor: 


“AKP, Türkiye’yi bölmek
 isteyen unsurlarla birlikte hareket etmektedir. Çözüm sürecini savunanlar, çözümü gerçekleştiremeyeceklerini biliyorlar. Bunu savunan bir koalisyon ancak MHP’yi çok güçlendirir. Bunu bildikleri için, MHP’yi müşkül durumda bırakacak, kendi tabanıyla karşı karşıya getirecek ayak oyunları yapılıyor.” 

Arkasından çok net olarak “AKP-MHP koalisyonu iddiasının aslı yok. Bazı odaklar bunu kabul ettirebilmek için lobileri harekete geçirdiler” diyor. 

TÜSİAD geldiğinde, “Siz çözümden yanasınız. Ekonomik ayağını biz sağlayacağız diyorsunuz. Neden AKP-HDP koalisyonunu desteklemiyorsunuz da MHP’nin de buna katılmasını istiyorsunuz?” dediğini anlatıyor. [8]

***

Geçmişte MHP bir çok konuda AKP’ye stepnelik yaptı mı?
Evet.

Peki o zaman soralım:
Çözüm süreci konusunda CHP’nin yaptığı nedir?


Yakın zamanda CHP Milletvekili olan ve Kılıçdaroğlu’nun bilgisi dahilinde Erdoğan ile görüşen ve Kılıçdaroğlu tarafından CHP Meclis Başkanı adayı gösterilen Baykal’ın yaptığı nedir?

Kemalist manada bir “milli” tavrı MHPnin göstereceğini beklemek hayalcilik olur. Ümmetçilikten soyutlanmamış “Türklük” algısı, birilerinin bu kavrama “ırki” yaklaşması kadar tahrip edici olur. Belki daha uzun vadede olur ama olur. Çünkü bu zamana kadar hep oldu. MHP seçmeninin önemli bir kısmının AKP’ye “kayabilme” ihtimali de bunun kanıtı değil midir?

Bu duruma “mankurtlaşma” da denebilir tabi.

Öte yandan, MHP’nin koalisyon ihtimaline ateş püskürenler, Kılıçdaroğlu’nun AKP görüşmesi öncesinde “Rövanşist olmayacağız” açıklaması hakkında ne düşünüyor? [9]

***

Kadrolarıyla tamamen bu karşılığı hissettirmese de, Devlet Bahçeli, CHP’nin bazı konularda vermesi gereken tepkiyi veriyor. CHP bu tepkisizliği ile toplumun büyük kesiminde olan hassasiyetlerin sadece bir kesimde olduğu algısına isteyerek ya da istemeyerek katkıda bulunuyor. Tıpkı partinin tüzüğündeki hassasiyetleri savunan insanları “Böyle düşünüyorsanız olmanız gereken yer İP(yeni adıyla Vatan) “ diyerek Kemalizmin toplumdaki karşılığının sanki binde bir olduğu algısını beslediği gibi.

Söylemlerin ne kadar eyleme dönüşeceğini çok kısa zamanda yine göreceğiz. Fakat olaylara partizan ve ideolojik gözlerle baktığımız sürece herkesin kendisine göre “doğru”ları olur. Ve bu doğrular da her yürekte (dikkat ederseniz akılda demiyorum) başka şekilde yoğrulur. Akılcı çıkarımların yapılması söz konusu olamaz.

Çağdaş BAYRAKTAR
27 Haziran 2015


DİPÇE

[1] http://arsiv.taraf.com.tr/haber-chpnin-kurt-politikasi-murat-ozcelike-emanet-163436/
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/130515/CHP_den_HDP_ye_cagri.html
[3] http://www.aydinlikgazete.com/m/mansetler/murat-ozceliki-mykya-tasimak-icin-ikinci-hamle-h53999.html
[4] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1088199-mhp-lideri-devlet-bahceliden-secim-sonuclarina-iliskin-ilk-aciklama
[5] http://www.bugun.com.tr/gundem/iste-o-15-madde-haberi/1688758
[6] http://www.sozcu.com.tr/2015/gundem/chpye-hayir-akpye-sartli-evet-864118/
[7] http://www.diken.com.tr/eski-cia-uzmani-grahem-fullerin-2015-ongorusu-erdoganin-gucu-sarsilacak/
[8] http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/307989/Bahceli__Ana_muhalefet.html
[9] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/306995/Rovansist_olmayacagiz.html

25 Haziran 2015 Perşembe

Anmak Değil Anlamak( Bilinçaltı Savaşları 4) - Çağdaş Bayraktar



Karşıdevrimci gazetelerde, Kemalist devrime hizmet eden en ufak bir haber, yazı, görsel bulamazsınız.

Fakat sözde bizim cenahta olan gazeteler, karşı tarafın ekmeğine yağ sürme konusunda amansız bir yarış halindeler..

Eşit yurttaşlık, kişilerin etnik ya da mezhepsel kimliklerini ön plana çıkararak çözüm bulma arayışıdır. Bu yaklaşımla herkes "kimlik" olur. Sonra her konuda etnik ve mezhepsel kotalar konmaya başlar. Sonra da kaçınılmaz olarak çatışmalar, ayrışmalar, bölünmeler.

Çünkü bu yaklaşım, "bütün"ü en başından bölüp de yan yana tutmaya çalışmaktır. Tıpkı Yugoslavya gibi sonu parçalanmadır, kandır, hüsrandır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin, Kemalist modelin çözüm anlayışı ise, eşit yurttaşlığın aksine, "yurttaşların eşitliği"dir.

Kişinin siyasi düşüncesi, etnisitesi, mezhebi ne olursa olsun, tüm yurttaşların eşit haklara sahip olmasını amaçlar, hedefler.

Bu kapsamda Türklük kavramı, ırk ve mezhep esasına dayanmaz. Ortak kültür, ortak dil ve ortak geçmiş gibi "ortak değerler" esasında bilimsel ve akılcı bir yaklaşımı esas alır.

Ortak değerlerde birleşmek, farklılıklarımızı yok saymak değil, birbirimizin gözüne sokmamak, üstünlük-aşağılık meselesi görmemek, bunu dayatmamak demektir.

Eğer siz, ne niyetle olursa olsun, kişilerle ilgili alt kimlik vurgusu yapar da üst kimliği ikinci plana iterseniz, ayrışma o zaman başlar.

***

25 Haziran'daki Sözcü manşeti ile, 24 Haziran'daki PKK yayın organı olan Özgür Gündem'in üst 
manşetini yan yana koyarsak biraz daha net olabilir manzara:



Tabi Sözcü'nün dolaylı dolaysız aynı yaklaşımı beslediği Özgür Gündem'in 24 Haziran 2015 tarihli sayısındaki üst manşetin bu şekilde olduğu yerde, bir de ana manşete bakalım:

Yine aynı gazetenin aynı günkü 1. sayfasındaki haber üzerinden "kimlik siyasetinin" ne tarz yaklaşımlar doğurabileceğini görelim:



Yukarıdaki haberde vurgulanan "yüzüncü yıl"dan kastın ne olduğunu anlamak için 2015'ten 100'u çıkarmak yeterli olacaktır.


***


Şimdi bunları görerek ve düşünerek bu manşeti irdeleyelim:
Sözcü gazetesi ne yapmaya çalışıyor?

Sözcü gazetesinin bu yaklaşımı kimin işine yarıyor?

Bir insanin her görüşten olması, illa farklı etnisite ve mezhepten olması anlamına mı gelir?

Böyle saçma bir "eşitleme" kabul edilebilir mi?

Bu "ayrım" ve "kategorize" etme olayının ne kadar sağlıksız olduğuna yine manşet üzerinden bir kaç örnek verecek olursak:

Bir kişi hem islamcı hem de Kürt kökenli olamaz.

Ve bu ayrımlara göre herkes kendi etnisitesi ve mezhebine göre evlenmeli.

Ayrıca herkesin etnisitesine uygun siyasi görüşü olmalı, bir Roman kökenli, bir Ermeni kökenli kişinin siyasi görüşünü savunamaz. Çünkü bu yaklaşıma göre kişilerin siyasi görüşleri kişilerin etnik ya da mezhepsel kimliği.

Yarın ilk işim, Atatürk'ün ortaokullarda okutulmasını zorunlu kılıp da -tabii ki- okullarda okutulmayan "Yurttaşlar için Medeni Bilgiler" kitabını gazeteye yollamak olacak.

Sadece "anmak" ve "faydalanmak" ile bu kadar oluyor demek!



Çağdaş Bayraktar
25 Haziran 2015

22 Haziran 2015 Pazartesi

BU KANSIZLIĞI B12 TAKVİYESİ DE ÇÖZMEZ - Çağdaş BAYRAKTAR



Bebekkatili'nin yeğeni Dilek Öcalan, bugün (23.06.2015) TBMM Başkanlık Divanı'nda görev yapacak.

Ama olsun;

AKP tek başına iktidar olmadı değil mi?

Tecavüze uğradık, dayak yedik ama ölmedik değil mi?

Değerlerimizden ödün verdik, yarın şeref ve haysiyetimizden de ödün veririz.

Yeter ki, ülkede bir şeyler olsun, ama biz en az bedeli ödeyelim, keyfimiz bozulmasın.

Eğer keyfimiz bozulmadan değişemiyorsa bir şeyler,

zorunluysa taşın altına koymak,

-ki eli değil, kafayı, çünkü elsiz devam eder insan da edemez koparsa kafası, o yüzden mesele vazgeçmeyi göze almaktır, koldan değil kolun altına koymak kafayı-

biraz söyleniriz,

hatta kızarız,

ama hani insanız, en uyumlu mahluklarız,

bunu da yutarız,

dün belki kanatlarımız vardı,

yine vazgeçtik, ayaklarımıza bir şey olmasın diye.

Bugün de vazgeçeriz,

ellerimizden,
ayaklarımızdan,

yarın tamamen yok olmak zorunda kalacağımız güne kadar,

ne yaşarsak "kâr" diye yazarız hanemize.

Kutsal emanet mi?

Şehit kanı mı?

Amaaan canıııım,

Bunlar tatsız lakırdı,

alabildiğine demode!

Çağdaş BAYRAKTAR
23 Haziran 2015

NOT: Görseldeki Dilek Öcalan'ın koltuğunda yazan not, HDP'den Türkiye partisi çıkarmak isteyenlere hediye.

17 Haziran 2015 Çarşamba

"EM EF ÖÖÖÖÖÖ" VE BUGÜN - Ahmet Taner KIŞLALI / Çağdaş Bayraktar





Em Ef Öööö'nün eski parçalarını dinliyorum da... 
Müthiş bir şey! On beş yıl sonrasının müziğini yapmışlar.

Amerikanca adlı bir radyomuz...

Kendi türünde çok başarılı olan Cem Ceminay'ın programı...

Canlı yayın konuğu da ünlü bir şarkıcımız.

Yukarıdaki sözler de ona ait.

Bende başladı mı bir merak...

Allah Allah! Em Ef Öööö adlı Amerikalı bu müthiş şarkıcıyı nasıl oldu da şimdiye kadar duymadım?

Tam meraktan çatlamak üzereydim ki, Em Ef Öööö'nün meğer "Mazhar - Fuat - Özkan" üçlüsü olduğu anlaşıldı.

Eh! Elbette ki bayan şarkıcımız gibi gâvuristan görmüş bir şarkıcımız, "Me Fe Ö" diyecek kadar kıt kültürlü bir "kıro" olamazdı...

"Em Ef Öööö" derken bir yüceldi gözümde, bir kültürleşti, gariban Anadolu toplumumuzun düzeyini bir aştı ki değme gitsin (!)

* * *

Radyo, TV, dergi adlarımız Amerikanca.
Telefonla canlı yayına katılanlar, kapatırken iç gıcıklayıcı bir "Ba baaay" çekiyorlar.
Sunucuların ağzından ise zaten "stikır... singıl..." mıngıl hiç eksik değil.
Sanırsınız ki... izleyiciler artık, hangi TV'de hangi radyoda daha iyi program var diye bakmıyorlar. Hangi TV'nin ya da radyonun adı daha Amerikanca ise onu izliyorlar.

Hatta okudukları dergiyi bile ismine göre seçiyorlar (!).

Böylesi daha havalı.

- Şekerim bizim Fifi o kadar "banal"laştı ki hâlâ Radyo Anadolu dinliyor, Kanal D'yi izliyor... Oysa ben Pavır Ef Em ve Kepıtıl dinliyorum, Star ve Şov Tv izliyorum...

Zavallı Fifi!

Türkçe ismi olanların sadece "izlenme oranları" yüksek. Oysa ötekilerde "bir reyting" var ki dehşet!

En çok da telefonu kapatırken "Ba baaay" diyenlere bayılıyorum. Belli ki "Hoşçakal" derlerse "avam" olup çıkacaklar.

Herhalde "çakal"ların "hoş" olan ve olmayan olarak ikiye ayrıldığını sanıyorlar... Bir "hoş çakal"lar olmalı, bir de "hoş olmayan çakal"lar...

* * *

Yıllar önce Fransız televizyonunda Dallas dizisi ile karşılaştım.

Bir de ne göreyim!.. Dizi aynı dizi, ama isimler Türkiye'dekinden farklı.

Ceyar olmuş "Ceer". ( Ciğer gibi bir şey )... Babi olmuş "Bobi" ( Sanki köpek adı )... Hepsi öyle.

Niçin?

Çünkü Fransız, Amerikan dizisindeki özel isimleri bile, kendi dil kurallarına göre okuyor. Fransız TV ve radyo sunucuları da Amerikan isimlerini onlar gibi okuyayım diye yırtınıp durmuyor...

Ağzını ezip büzmüyor..

Bir zamanlar Nurullah Ataç'a sormuşlardı:

- Siz bir Fransız gibi Fransızca konuşurmuşsunuz doğru mu?
- Niye, ben casus muyum ki Fransızca'yı bir Fransız gibi konuşayım! Bir Türk gibi Fransızca konuşurum...

Sokak İngilizcesi bilen Özal, her lafın arasına bir Amerikanca sözcük yerleştirdi.

Zamanın Amerikan Cumhurbaşkanı'na "Prezident Buş" demeyip de "Başkan Buş" derse, bunun küçültücü falan olduğunu düşünürdü...

Nefis bir İngilizcesi olduğunu Amerikalı ve İngilizlerin bile söylediği Ecevit'e bakın!..

Konuşmalarının arasına sokuşturulmuş tek bir İngilizce sözcüğe rastlar mısınız?

* * *

Çok ama çooook çağdaşlaştık!

Cankurtaranların canavar düdüğü çaldıkları bir Türkiye'den... Ambulansların siren çaldığı bir Türkiye'ye geldik.

Artık sadece köylüler ve bizim gibiler lokantada ya da aşevinde yemek yiyorlar.

En küçük yerleşme yerleri bile "restorant"larla dolu...

Biz kaldırımda yürüyoruz; çağ atlayanlar ise "tretuvar"ları aşındırıyorlar...

Ve "Em Ef Öööö" ile... Çağ atlama konusunda Fransa gibi geri kalmış, çağdışı ülkelere bir tur daha bindiriyoruz!

Artık Amerikanca sözcükleri Türkçe sözcüklerin yerine geçirmekle yetinmiyoruz...

Kendi özel isimlerimizi de Amerikanca okuyoruz.

Hepsi iyi güzel de bir tek şeyi anlayamıyorum.

Amerika'yı gıdım gıdım buraya taşımaya çalışacaklarına...

Acaba kendileri Amerika'ya gidip yaşasalar daha kolay olmaz mı?

* * *

Adam "aşağılık duygusu"ndan yakınıyormuş.
Ruh doktoruna gitmiş.

Doktor uzun uzun sorular sormuş...
Ve sonunda noktayı koymuş:

- Sizde aşağılık duygusu filan yok!.. Siz kendiniz aşağılardasınız.

Ahmet Taner Kışlalı - Cumhuriyet / 7 Eylül 1997

VE BUGÜN

Yıl yine 2015.

Bu yazıyla ilgili bir şeyler yazmadan önce, aklıma yine Kışlalı hocamızın "Ben Demokrat Değilim" kitabındaki bir kısmı anımsama ve anımsatma gereği duydum, yazının biraz ilerisinde faydalanmak için:

"Atatürk’ün ulus tanımı üç ögeye dayanıyordu: Ortak tarih, ortak dil (anadil değil!) ortak kültür.

Elbette ki “ırk” ve “din” birliği de varsa, ulusal bağların daha güçlü olabileceğini söyleyebiliriz. Ama bunlar, Kemalist ulusçuluğun “olmazsa olmaz” koşulları değildir."


***

Yabancı dil bilmek ile yabancılaşmayı ayırt etmekte sorun yaşıyoruz. Tabi bunun sebeplerinden birisi de küresel güçlerin kendi toplumuna yabancılaşan insanlar istemesi.

Yabancılaşma sevdalısı ve kendi halkına "yabancı" aydınlarımızın(!) bu kadar el üstünde tutulmasının başka izahı olabilir mi?

...

Yabancılaşmaya en çok maruz kalan öge ise maalesef dilimiz.

Kişinin birden fazla dil bilmesi elbetteki önemlidir, faydalıdır.

Fakat başka dil bilmek için kendi dilimizi bozmamızın, ya da başka dilde düşünüp hareket etmemizin dilimize katkısı nedir?

Zararı nedir?

Karşı olunan Türkçe ya da İngilizce değil, "Türkilizce"dir.

Yıllar Önce Banu Avar'dan dinlemiştim Attila İlhan'ın Türkiye'ye dönüş hikayesini...

Fransa'dayken bir gün Attila İlhan'a ilham geliyor, şiir yazmak istiyor. Fakat Fransızca yazmak istiyor. Önce tereddüt yaşadıktan sonra şiire başlıyor, fakat yarıda bırakıyor. Çünkü artık Türk gibi düşünmemeye başladığını fark ediyor. Sonrasında Türkiye'ye dönüş süreci hızlanıyor.

***

Kendimize yabancılaşıyoruz. Bundan daha kötüsü, olmaya çalıştığımız "yabancı"ya daha fazla yabancıyız. Çünkü yabancı olmasak, olmak istediğimiz yabancıya, sadece bizim "ulusal" hassasiyetleri ikinci plana attığımızı göreceğiz.

...

Ya Yugoslavya'dan ders almayanlar ya da Yugoslavya'da "başarılı" olanların desteğini alanlar tarafından yönetiliyoruz.

Ortak tüm değerlerimiz kötülenip, itibarsızlaştırılmaya çalışılırken, alt kimliklerimiz sürülüyor öne. Yakında "birey" ve "yurttaş" kalmayacak ülkede. Herkes insandan önce etnik ya da "mezhepsel" kimlik olacak sadece.

Seçim döneminde "Ermeni aday", "Roman Aday", "Kürt Aday" vurguları yapılıp durdu.

Peki bu kişilerin vekil olurken etnik ya da mezhepsel "alt-kimlikleri" dışında hangi vekil olabilme özellikleri anlatıldı?

Kimlik siyaseti dışında başka meziyetleri var mı?

Bilmiyoruz.

Çünkü kimse bunu anlatmadı, kimse de sormadı!

Tam bu anda yine sormalı:

Bireyden önce, yurttaştan önce, insandan önce etnik ya da mezhepsel "kimlik" olunan yerde ne olur?

Ortadoğu'da Balkanlar'da ne olduysa o olur!

***

2002'den sonraki süreçte ülkeyi yönetenler, "ayrışmadan", "kutuplaşmadan" beslendiler. Bu durum kültürel yapımızda ciddi ayrışmaları tetikledi.

Fakat bizi bir arada tutan "ortak" değerlerimiz içinde en "birleştirici" olan dilimiz hala ayakta.

Maalesef o da, sorduğumuzda milli hassasiyetleri en yüksek olan kişiler tarafından sürekli hırpalanmakta, zorda kalınmadıkça kullanılmamakta.

Bir arkadaşım duygularını İngilizce ifade ediyor, anlamıyorum.

Ve gerçekten üzülüyorum. Bu durumda o kişi ile "anlaşabilmem" için ya ben yabancı dil öğreneceğim, ya da o ikimizin de bildiği dili kullanacak.

Ya o hepimizin bildiği dili kullanacak, ya da herkes yabancı dil öğrenecek.

Fakat o durumda da dil öğrenmek, kişiler için tercih olmaktan çıkıp zorunluluk haline gelecek.

Tabi bir de "anadilde eğitim" isteyenler var.

Bu anda da aklıma daha dün çevirmen olduğunu düşündüğüm bir kişinin sosyal medya iletisini anımsıyorum:

"Kırmancça
Sorani
Güney Kürtçe
Leki

İlk defa bir Kürtçe çeviri geldi bugün..
Arapça sandım önce ve hatta müşterim de. Sonra Kürtçe olduğunu öğrendik..Kürtçe çevirmene gönderdim, ben Kırmancça biliyorum, bu Sorani Kürtçesi dedi..Sorani Kürtçesini yapanı buldum..O da şirket adını okuyamadı..Neyse bir orta yol bulduk..
İşte Kürtçe...
Bu dille mi eğitim-öğretim yapılacak..
Kendi alanında dörde bölünmüş ve tabii bir de Zazaca da var"


***

Herkes anadilini bilme hakkına elbet sahip olmalı
Herkes yabancı dil öğrenmeli, kullanmalı.
Bir ulus, ortak dile sırtını dönerse bölünür.
Bir ulus, kendi diline yabancılaşmaya başlarsa kendisine yabancılaşır, sonrasında da yaşadığı "ortak vatan"a...

Başka bir arkadaşımın da yabancı filizoflardan alıntıladığı sözlerin Türkçesini ve orjinal dilindeki halini beraber paylaştığını gördüm. Ve bu hassasiyetinden ötürü teşekkür ettiğimde bana şu yanıtı verdi:

"Önemli olan sözün anlaşılması. Orjinalini de yazıyorum ki dil bilenler yararlansın."

***

Mesele birilerine bir şeyleri dayatmak değil, anlaşılır olmak,
aynı topraklarda yaşadığın insanlarla sımsıkıya tutunmak "ortak bağlarından"...

Çünkü bir arada yaşama iradesi göstermek, ancak böyle olur, slogan ve kimlik siyasetiyle değil,
kendine yabancılaşarak hiç değil...

Çağdaş BAYRAKTAR
17 Haziran 2015


15 Haziran 2015 Pazartesi

DOĞRU SORUYU SORMAK ÜZERİNDEN SORULARA ARACI OLMAK - Ahmet Taner KIŞLALI / Çağdaş BAYRAKTAR


Kemal Kılıçdaroğlu Koalisyon için ilkelerini açıklamış.

Tabii ki Atatürk ilkelerini sıralamamış.

Örtülü ödeneği Cumhurbaşkanı'nın da kullanmasını "çiftbaşlılık" olarak görmüş, "devlette çift başlılık olmaz" demiş, ama tabii ki ülkenin doğusundan devletin çekilmesini, devlet içinde devlet yapılanmasını, terörün siyasi bir alan bulmasının yarattığı çift başlılığa değinmemiş.
Yeni Anayasa demiş, ama anayasadaki olmazsa olmazları belirtememiş.
Belki de "olursa olmazları" daha belirgin ve netmiş, dile getirememiş.

Etnik ve mezhepsel yaklaşımların ülkeyi Ortadoğulaştırmasına da ses etmemiş.

Ve tabii ki verdiği sözleri hatırlayıp da %35'in, hatta bir önceki oy oranının bile altında kalması ile ilgili bir karar vermemiş.

Fakat tebrik ediyorum, itiraf mayetinde bir söz söylemiş:
"Çok hızlı değiştik, çok hızlı dönüştük, çok hızlı belli mesafeleri kat ettik"

Bunu duyunca aklıma yine Ahmet Taner Kışlalı hocamız ve O'nun 16 Mayıs 1999 tarihli "CHP'deki adaylara iki soru" başlıklı yazısı geldi:

CHP'DEKİ ADAYLARA İKİ SORU

Bazı şeyleri bıktırıncaya kadar yinelemenin anlamı yok.
CHP'nin niçin bu duruma düştüğü belli!
Bir..
CHP değişmedi, başkalaştı...
CHP olmaktan çıktı...
Kimliğini yitirdi.
İki..
Hizipçilik yapıyı bozdu...
Emekçi ve aydın kesimlerle bağlantı koptu...
Sivil toplum örgütlerinden soyutlandı.
Üç..
Kötü yönetildi...
Büyük yanlışlar yapıldı...
Yönetim toplumda güvenilirliğini yitirdi.

***

CHP'de genel başkanlığa aday olanlara bakıyorum. Çoğu ağzında eveleyip geveliyor. Kim ki "CHP Kemalizmden uzaklaşmadı" diyorsa, ya kendini aldatıyor ya da toplumu aptal yerine koyuyor demektir!

CHP'yi kurtarmanın yolu, yukarıdaki süreci tersine çevirmekten geçiyor.

Önce.. Kendi içinde tutarlı, yıpranmamış bir yönetim. Ve ortak aklın sözcülüğünü yapacak, içtenlikli, güven veren bir genel başkan.

Sonra...
Kemalizmde birleşen tüm meslek ve sivil toplum örgütlerini de kucaklayacak yeni bir örgüt yapısı.

Ve elbette ki en önemlisi yitirilen kimliğin yeniden kazanılması!

Ama ilk iki koşul yerine gelince, üçüncüsü zaten kendiliğinden gerçekleşmiş olmayacak mıdır?

***
Yeniden anımsatılması gereken tarihsel bir olay var.

Sayın Erdal İnönü genel başkanlıktan ayrıldığında, yerini almak isteyenlere Cumhuriyet gazetesi bir soru sormuştu:

"Kemalizm ile sosyal demokrasi arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?"

Birisi çıktı, "1923'ü yapanlar, 1823'e baktı mı ki, biz şimdi 1923'e bakalım" dedi. Şimdi gene adaylar arasında olan bir diğeri şöyle buyurdu:

"- Geçmişe bakarak gelecek kurulmaz!"

Bu sözler hem genel cehaleti, hem de Kemalizmi anlamamış olmayı yansıtıyor.

Geçmiş bilinmeden gelecek "doğru" kurulamaz, bu bir...
Koşullar değişirken değişmemek Kemalizme ters düşer, bu da iki...

1970'lerin CHP'si "sürekli devrimcilik" özüne uygun olarak değiştiği için büyümüştü. 1990'ların CHP'si ise, değişiyorum yanılgısıyla özünden uzaklaştığı, başkalaştığı için küçüldü!

O başkalaşma, etnik ve mezhepsel kimlikler "Kemalist kimliği" gerilere itme eğilimine girdiği gün başlamıştı. "Altıok'un üçünü dördünü atalım, partinin adını ve amblemini değiştirelim" tartışmaları ile sürdü. Tanınmış ikinci cumhuriyetçileri köşe başlarına getiren bakanlarla perçinlendi.

Ve kurultaya gökten zembille inen, Blair'ci Genel Başkan ile noktalandı...

Özel TV'lerde, ünlü Atatürk düşmanlarının karşısında, Altıok'tan neredeyse utanır olanları seçmen unuttu mu sanıyorsunuz?!

***

Kimse kimseyi aldatmaya kalkışmasın!

CHP tarihsel kimliğine yeniden kavuşursa, yeniden büyür. Yenilgiye yanlış tanı koyup, abur cuburla durumu kurtarmaya çalışırsa, umutları tümden tüketir. Ve giderek DSP'ye yem olur.

Sağlıklı bir yapıda ve Altıok'lu bayrak altında yapılacak bir birleşme Türk siyasal yaşamına güç katar. Ama CHP'nin adım adım erimesinin DSP'ye katacağı güç, demokrasimize vereceği zararı karşılamaz!

Kurultay delegeleri CHP'nin yeni genel başkanını seçerken adaylara iki soru sormalılar:

- Açıktan, eveleyip gevelemeden "Ben Kemalistim" diyebiliyor musunuz? "Geçmişimde bu kimliğime gölge düşürecek hiçbir yanım olmadı" diyebiliyor musunuz?

Eğer kendilerine birazcık olsun saygıları varsa ve eğer gerçekten de CHP'yi seviyorlarsa... Bu iki soruya da gönül huzuru ile "Evet" diyemeyenlerin sahneden çekilmeleri gerekir.
Delegelerin tepkisini bile beklemeden!

Ahmet Taner Kışlalı - Cumhuriyet / 16 Mayıs 1999

***
Yine "VE SONRASI"

Yıl 2015.

Ahmet Taner Kışlalı gibi hocalarımızın yasını tutup da yılda bir gün anmak yerine anlamaya çalışmak, "Keşke şimdi yaşasa" demek yerine "Acaba yaşasa ne düşünürdü?" sorusuna O'nun bakış açısından yanıt aramaya çalışmak, 'O'nu ölümsüz kılmanın öncelikli yolu olmalı. Elbette ki "kesin böyle düşünürdü" iddiasında bulunamayız. Fakat bir yerden doğru soruyu sorup da yanıtı aramaya başla(t)mak, er ya da geç doğruyu bulmakla sonuçlanacaktır.

Bu yaklaşımla yazının içeriğine dönecek olursak:

Kurultay sürecine henüz var, o yüzden sorulması gereken iki sorunun hakkı saklı kalabilir.

Sosyal Demokrasi ile Kemalizm'in farklılıkları, en azından günümüz Kemalistleri ile Sosyal Demokratlarının farkı alenen ortada.

Kapsamlı araştıranlar da Sosyal Demokrasi modelinin Atatürk döneminde de var olup, tercih edilen olmadığını görür.

Bu çok kapsamlı bir yazı istediği için bu tartışmaya ileride tekrar dönmek üzere virgül koyup sormaya devam edelim:

"Bir..
CHP değişmedi, başkalaştı...
CHP olmaktan çıktı...
Kimliğini yitirdi.
İki..
Hizipçilik yapıyı bozdu...
Emekçi ve aydın kesimlerle bağlantı koptu...
Sivil toplum örgütlerinden soyutlandı.
Üç..
Kötü yönetildi...
Büyük yanlışlar yapıldı...
Yönetim toplumda güvenilirliğini yitirdi."

2015 CHP'si için durum farklı diyebilir mi aklıyla hareket eden tek bir kişi?

Yazıda bahsedilen DSP yerine bugünün "çift kutuplu" Türkiye'sinde AKP'yi konumlayabiliriz.

Aynı "genel cehalet" ve "Kemalizmi anlamama" durumu, "anlayıp da işine gelmeme" durumunda olan kişilerin de katılımıyla söz hakkına sahip CHP'de.

Peki o dönem DSP'sinin sonunu hazırlayan kimdi?

Ecevit, ölmeden önce kim için "En büyük pişmanlığım?" demişti?

Peki şimdi Kılıçdaroğlu aynı kişiden medet umuyor mu ummuyor mu?

Aynı kişiyi -iktidara gelmesi bile muallaktayken- vekil olmadan bakan yapmanın fırsatını kollamıyor mu?

Kemalist kimliğin geri plana atıldığı yerde herkes bireyden ziyade "alt kimlik" olarak söz sahibi olmaya çalışıyor.

Bunu yapan Yugoslavya'nın sonundan doğru sonuç çıkarmak bu kadar mı zor?

***

Şimdinin medyasında öyle bir algı operasyonu var ki, artık birileri "Altıok"un oklarını tartışmaya açmadan komple içini boşaltıyor.

İşgal ve başkalaşıma "siper" edilerek yok ediliyor CHP'de Kemalizm.

Özellikle CHP seçmenlerinde Atatürk zaafiyetinin yarattığı duygusallık, tam da "uygun damar" oluyor.

"CHP Kemalizmden uzaklaştı mı?" sorusunu sormaya bile gerek yok. Çünkü şimdilerde CHP' Genel Merkezine ancak "Düşünsel hayatlarında Kemalizmin sonunu getiren kişiler" seçilebiliyor.

***

"Açıktan, eveleyip gevelemeden "Ben Kemalistim" diyebiliyor musunuz?
"Geçmişimde bu kimliğime gölge düşürecek hiçbir yanım olmadı" diyebiliyor musunuz?"

İlk soruyla doğrudan müdahale yaparken Kışlalı hocamız, ikinci sorusu ile de günümüzün "Kemalist takiyeciler"ini ve meclis dışı kalınca Kemalizmi keşfedenleri teşhis ediyor.

1990 süreci ile CHP'nin seçtiği yol ile ödediği bedel ortada.

O dönem verdiği hayat öpücüğü ile "meclise" girmesine destek verdiklerinin nasıl oyuncağı konumuna düştüğü de ortada.

Bir yolun denenip de başarılı olmaması, bir yerde başarıyı arayanlar için "yapılmaması gereken"i gösterirken, bir yeri başarısız bırakmak isteyenler için de "çözüm" yoludur.

O yüzden tüm bunların ışığında yeniden anımsamalı Kılıçdaroğlu'nun sözlerini:

"Çok hızlı değiştik, çok hızlı dönüştük, çok hızlı belli mesafeleri kat ettik; açık ve net söylüyorum, çözümün adresi Cumhuriyet Halk Partisi'dir."

Çağdaş BAYRAKTAR
15 Haziran 2015