26 Eylül 2017 Salı

CUMHURİYET TURNUSOLU (HER DAİM ETKİLİ)




Cumhuriyet hakkındaki düşüncelerimizi dile getirdiğimizde birileri de "Aman, bu dönemde birlik olmamız lazım, sonra sıra sana gelir" diyor. Hatta geçen bir avukat manidar biçimde, "Cumhuriyet davası biter Üçüncü Yol davası başlar." dedi, başlasın dedim.

Birisi "inadına bir arada olmalıyız" dedi. Başka birisi "bu kötülerin kavgası değil yanılıyorsun, mecburen bir tarafta olmalıyız" dedi.

Orada söylediğimi burada da söylüyorum:

AKP'nin vitrini olan, AKP'yi uzun süre topluma sevimli gösteren, sonra AKP tarafından kullanım ömürleri bitip de dışlandıklarında "muhalifliği" keşfeden fakat ideolojik olarak halen Atatürk, Kemalizm, Cumhuriyet kazanımları karşıtlığı konusunda AKP ile doğal (ve de gerici) müttefik olanlarla aynı yerde olmayacağım, olmayacağız.

Hiçbir yerde "inadına" ya da mecburen durmayacağız. Neymiş, Brecht demiş ki "Faşizme karşı birleşmeyenler, faşizmin zindanlarında birleşir." (Bu da ne bitmez geyikmiş arkadaş...Hayatı Brecht okumakla geçen kişilere bir tane sosyal medya alıntısı ile duyar kasmalarına, entelektüel görünme çabalarına girmiyorum bile.)

Birleşsin anasını satayım. Kendi değerlerime küfür gibi yaşayan kişilerle ancak orada birleşiriz biz. Birleşmemizle de ayrışmamız bir olur ama, biz bir olamayız.

Şu ayrımı anımsatalım; bizler, yanlış düşünen, yönlendirilen bu ülkenin dürüst kendince vatansever ve durumun farkına varan samimi tüm yurttaşları bir araya geliriz. Geleceğiz de zaten. Ama müfredatı protesto ederken bile "Kemalist Diktatörlük" diyebilenle, milli irade ayağına şeriat savunuculuğu yapanla elbette birleşmeyeceğiz.

Buradan da söylüyorum, olur da içeri falan alırlarsa beni, bu tipitipler hukuk herkes için ayağına beni savunmaya kalkarsa dışlayın bunları.

İçeride yatmak, bedel ödemek değil de bunlara el açmak zorunda kalmış gibi algılanmak bitirir beni, benim gibileri. Birisi o zaman adımı ağzına alıp da cümleyi "...'a özgürlük" diyecek olursa ağzına kürekle falan vurun. Cümleyi bitiremesin.

Evet, bu dönemde birlik olmak zorundayız.

Ama bu dönemde kimlerle birlikte olmamız gerektiğini de bilmek zorundayız.

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
25 EYLÜL 2017

"ESKİ TÜRKİYE"NİN SANATÇISI - ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR




22 Eylül 2001.

Tam 16 yıl olmuş. 

Yine yaşım gereği büyüklüğünü yaşadığı dönemde tam idrak edemediğim kişilerden.

Mustafa Kemal ile kavga etmek yerine onun büyüklüğünü anlayan,

"İkinci cumhuriyetçileri hiç sevmiyorum. İlkinin cılkı mı çıktı, 70 senelik taptaze bir Mustafa Kemal hálá dimdik ayakta. Hiç Mustafa Kemal'in yanıldığını gördün mü? Çevremiz duman olmuş, dipdiri bir Türkiye ayakta duruyor. Altyapısı taş gibi sağlam duran bu cumhuriyeti bırakacağım, ikinci cumhuriyetçi olacağım, hadi canım sen de." diyen ama kendisini de "Marksistten öte komünist" diye nitelendiren büyük sanatçı Fikret Kızılok... Nesli tükenen "solcu"lardan amiyane tabirle...

Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti ordusu olduğu sürece bu ülkede şeriat olmaz." da diyebilen... Ne kadar tuhaf geliyor 2017 şartlarında değil mi?

Fikret Kızılok deyince akla "Gönül" gelir,"Bu kalp seni unutur mu?" gelir, "Ama babacığım" gelir, "Haberin var mı?" gelir... Benim için de "Yalan"ın yeri farklıdır ama siz onu yad etmek için çok bilinmeyen "Bir Devrimcinin Güncesi: Mustafa Kemal" albümünü dinleyin, olmaz mı?

Ah bir de yayımlasaydı da İlhan Selçuk için yaptığı albümü de dinleyebilseydik, Uğur Mumcu için yaptığı albümü dinlediğimiz gibi...

Son söz yine onda:

"Ben 16-17-18 yaşlarında ilk şarkımı yaptım. Yanlış yaptım. Çünkü başkalarının lafını kullanmıştım. Meşhur olduğum vakit de yine başkasının yazısından çıktım. Ben besteledim. Sonra bunun yanlış olduğunu anladım. Kendim yazdım kendim söyledim.Düşüncelerimi yapmaya başladım. O zamandan beri kendimi yeterli sayıyorum. Aynaya daha rahat bakabiliyorum. Ama felsefi açıdan bakarsanız tutarlılık gösterdiğimi zannediyorum. Müzikal açıdan bakarsanız kendi akorlarımı yaptım. Kendi sınırlarımı bulmaya çalıştım hep. Fakat hep kötü stüdyolarda iş yaptım. Ufak, "home" stüdyo dediğimiz yerlerde bunu yapabildim. Çünkü hiçbir zaman para kazanamadım müzikten. Bana kimse stüdyo imkanlarını vermedi. Sistem buna müsait değildi. Taviz vermek istemedim. Halkıma uyutacak şeyleri layık görmedim. Daha devrimci demeyeyim de daha ilerici bir tavır koydum kendi kendime. Bilmiyorum, kendimi erdemli hissediyorum ve böyle bir tavırda gidiyorum."

Anlam,
farkındalık,
besleyicilik,
nitelik
ve özlem.

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
22 EYLÜL 2017

MUSTAFA ÖNSEL'İN YENİ ÇIKACAK KİTABINA DAİR... - ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR





Geçen bir paylaşımla duyurmuştum Mustafa Önsel'in yeni bir kitap yazdığını ve editörlüğünü yapacağım bu kitapla ilgili Önsel Komutan'ın benden önce -editöryalden ziyade- okuyucu olarak bu çalışmayı incelememi istediğini. 

Kitabın "ilk okuması" az önce bitti. İnanılmaz bir kitap geliyor... İçindeki metaforları, bilgileri ve hiç tahmin edilmeyecek sonuç kısmı ile farklı tarzda kitapların karışımı, kimyasal tepkimesi gibi. Öyle ki bu kitaba kapak tasarlamak da isim belirlemek de kitabı yazmak kadar zor, içeriğin hakkını vermek açısından. Hala kitabın yarattığı etkiden çıkamadım 

Böyle bir kitabı yazmaya yeltenmek de yazabilmek de her babayiğidin harcı değil. Bu kitabı Emekli Kurmay Albay Mustafa Önsel değil, kumpas mağduru Mustafa Önsel değil Türk Aydını ve kanaat önderi Mustafa Önsel yazmış. Herkesin cesaret edemediği konulara girmiş. Kesimlerin sabit fikirli olanlarının sinir uçlarında gezinmiş.

Çözümü yazmış.

Okuduğunuz zaman bu dediklerimin abartı olmadığını göreceksiniz.

Ve iddiamı yineliyorum: Bu kitap büyük tartışmalar yaratır. Her daim hakikati arayan bir yazarın kitabı da tartışma yaratmalı zaten. Insan, ezberini bozacak ve kendisini düşünmeye sevk edecek kitaplar okumalı.

Mustafa Önsel'in bana düşünsel olarak güvenip kitabın yayımlanmasından önce benimle fikir tartışması yapmak istemesi, kitabın her kısmı ile ilgili fikrimi sorması ve önemsemesi benim için büyük onur. Kendisine bir de buradan teşekkür ederim.

Kitabın okuyucuya ulaşması için sabırsızlanıyorum, sanki kendi kitabımmış gibi. Bu kitap, aynı kategoride olmasa da Avcıoğlu'nun kitaplarının sağladığı türden bir katkıyı sağlayacak Türk aydınlanma tarihine. Onu besleyecek.

17 Temmuz 2017 Pazartesi

ACIPAYAM'IN TATLI İNSANLARINA...

Askerliğimin acemiliği bitmiş, usta birliğindeki şafak ise yarılanmış. Bir karar tebliğ edildi bana:

 "39. Tümen Karargah'tan yine 39. Tümen'e bağlı 14. Alay'a gönderilmeme..."

Görülen "tertip emri", ama bana söylenen gerekçe; "Güvenliğin sebebiyle." Sen de yata yata askerlik yaptın diyenler, sadece komutanlarla samimiyetimi görenler için bu cümle biraz yadırgatıcı gelebilir ama sorun değil. Çünkü "güvenlik" cümlesini bile sönük bırakacak yaşananlar, benimle birlikte mezara gidecek ya da hiç yayımlanmayacak. İnsanların Çavuş tanıdığı olduğunda bile kullanmaya çalışırken Tümen, Alay komutanlarını, onların devrelerini ve de başka yüksek rütbelileri tanıdığım halde onlardan yardım yerine iş yapmayı tercih ettiğimi fakat birilerinin "torpilli" muamelesi yaptığı için askerliğimin büyük kısmının burnumdan geldiğini ama faydacılık olur diye bu durumu neredeyse hiçbir komutana anlatmadığımı ve de askerliğimi bu şekilde tarafımdan yazılmış ve Güvenlik Kuvvetleri tarafından basılan bir kitap ve benle birlikte Tümen'de nöbet tutmaya başlayan arkadaşlar askerliği 75-80 nöbetle tamamlarken 160 nöbetle askerliğimi tamamladığımı söyleyebilirim en fazla. Fakat her şeye rağmen bir daha olsa bir daha gider miydin, giyer miydin o şanlı üniformayı?

Seve seve!

Ve de komutanlarıma ne kadar teşekkür etsem az. Onlar, bu coğrafyanın dayanağını koruyan kurumun kahraman komutanları.

Peki bunu neden anlattım? Daha doğrusu neden buraya girdim?

Tepeden dalmış gibi oldum ama aslında tepeden dalmış gibi olmamak için kasedi hafif geriye sardım.

14. Alay'a naklim oluyor. Bir minibüs, iki görevli, ben ve çantam, sanırım haritanın en soluna geldik Kıbrıs'ta, Güzelyurt'a bağlı Yeşilyurt. Rumların ilk fırsatta almak istediği bölge.

Ben tam arabadan inerken yeni gönderildiğim yerde bir er de başka bir yere gidiyor. Dizinin sevilen karakterlerinden birisi diziden ayrılıyor, onun yerine de diziye yeni bir karakter giriyor. Sevilen karakterin ayrılmasının hüznünün yeni giren karakterde antipati ve öfke yaratması kuvvetle muhtemel. Tümen'i kozmopolit büyükşehirlere, Alay'ı ise küçük kasabalara benzetebiliriz. Bu sebeple, o diziden daha doğrusu Alay'dan ayrılan kişi uğurlayan iki kişinin ona sarılıp ağlaşmaları beni şaşırtıyor ve etkiliyor, tepkimi net hatırlıyorum: Aaa insanlık!

Tümen'de dolaplarını kilitlemek zorunda kaldığın gibi duygularını da kilitlemek zorunda kalıyorsun. Oysa Alay'da kilit dolaplara yasak, bazı kişileri tanıyınca duygulara da...

O iki kişiden birisi özellikle dikkatimi çekiyor. Tebessümü, enerjisi. Bir yandan "sürülmüş" hissinin yarattığı travmatik ruh hali, diğer yanda da sinirden ağlamamak için kendimle verdiğim savaş; "otonom piyade" yeni görev yerinde yine hayat denen nöbette...

***

Önce saatler, sonra günler geçmeye başlıyor. Saatlerin geçtiği evrede o bahsettiğin iki kişiden birisi bağlamasını çıkarıyor, sesi de kadife ama pek söylemeyi tercih etmiyor, çalıyor. Bir-iki parça soruyorum, biliyor, o çalıyor ben söylüyorum, arkadaşlık hususunu çentikliyoruz, sonrası ilmik ilmik örülmek üzere zamana salınıveriyor.  

Gözlemliyorum o ikiliyi, koğuştan/takımdan daha soyutlanmış, üçüncülerinin gitmesiyle birbirlerine doğru kapanmaya meyilliler. Koğuşta ranzalarımızın arasında bir ranza var. Bir sohbetlerine istemsiz kulak misafiri oluyorum. Daha doğrusu bazı kelimeleri duyuyorum ve çölde vaha bulmuşçasına irkiliyorum: "Cosmos belgeseli", "Carl Sagan"...

Hemen yanaşıyorum ama ilk etapta bir duvarla karşılaşıyorum. Muhabbet kurulsa da ikisi beni pek kabul etme taraftarı değil aralarına. Kendimi çıkarıp takıma baktığımda da hayata bakıştan önceliklere kadar ciddi bir seviye farkı söz konusu. Çekiyorum ikisini ve açık açık diyorum ki "biladerler, ben o soyutlandığınız insanlardan değilim." Alay'dan Tümen'e giden olur genelde, Tümen'den Alay'a gidince hele de merkezden sınırın kıyısına, ben gelmeden hakkımda algı geliyor. Tezkere vakti kucaklaştığım komutanım bile itiraf etmişti: "Tümen'den buraya kolay kolay adam gelmez, Allah bilir hangi psikopatı yolluyorlar şimdi buraya dedik." diye.

O konuşmadan sonra ben de dahil oldum çembere. Özellikle bir kişi ile bağımız çok farklı oldu. Askerde "badi", "can dostum" kavramlarının içini dolduran o kişi Salih'ti...
                                         

Askere ilk geldiğimde Milli Mücadele döneminde komutanların sevdiği Yakup Kadri gibi hissediyordum. Sonrasında ise Yakup Kadri'nin Yaban romanının içine düştüm adeta. İşte Salih, o romandaki temiz, naif, yetenekli, anlayışlı karakterdi. Eğer bir gün birisi bana derse ki "Sen askerdeyken sana değer veren kişiler seni korumak için yanına birisini verdiler, bil bakalım kim?" hiç düşünmeden Salih derdim.

Günler geçti, ben kitap çalışmalarını yaptım, tabi o süreçte de çeneme pek hakim olamadım, kazandığım insanlar olduğu gibi zıtlaştığım "gerici" blog da oldu. İmkan olsa beni bir kaşık suda boğmak isteyen. İşte Salih adeta etrafıma bir güvenlik çemberi oluşturdu, ben de o sayede hem askerliğimi hem de yazarlığımı alabildiğine iyi şartlarda tamamladım.

Askerlik bitti ama dostluk bitmedi, birbirimizi kaybetmeye hiç niyetimiz yoktu...

Telefon çaldı bir gün, Haziran'ın sonları... Arayan kadife sesiyle dünyanın en iyi insanı sıralamasının ilk üçünde git-gel yapan Salih...

"Kardeşim, Duygu'ya evlenme teklifi edeceğim bir tekne organizasyonuyla, senin de yanımda olmanı istiyorum."


Dedim, "Kardeşim, seve seve... Yalnız Temmuz'un ilk haftası olursa zor çünkü biliyorsun Amiral'in ölüm yıl dönümü..."

Sonrasında ya denk geldi ya da beni düşünerek ayarladı -ki bu inceliği yaparsa da şaşırmam-, sonra bana döndü, tarih netleşti dedi: "9 Temmuz".

Rahat bir nefes aldım tarihi duyunca. Cem Amiral'in anma etkinlikleri ve dergi çalışmaları kapsamında Sena ile İstanbul'dayız o sırada... 4 Temmuz, İstanbul'dan Ankara, 8 Temmuz'u 9 Temmuz'a bağlayan gece; Salih'le Duygu'yu birbirine bağlayan sürecin resmiyete dökülmesi kapsamında Ankara'dan Denizli'ye...

Sena'nın otobüs yolculuğuna olan antipatisi, firmanın seyahatin ilk yarım saatinde yapılan dondurma ikramı ile değişti. Eğer Pamukkale Turizm, Senâ'yı bu kadar küçük hesaplarla ikna edeceğini düşünmüşse haklı. Haklı da çıktı.

9 Temmuz sabahı, Denizli...

Saat 04.46'da Denizli'deyiz ama sorun şu, Denizli'den Acıpayam'a giden servislerin başlama saati 06.30.

Banklarda uyuklamaca, kendine aldığın poğaçayı kedilerle paylaşmaca, ilk kez geldiğin ve hiç tanımadığın bir şehirde olmanın hafiften ürpertici huzuru ile akrep yelkovan nezaretinde binildi servise.

Gece'den gündüze yapılan yolculukta uyku ile farklı koltuklara oturmuşum yine, servisteki şive, kişiye yazlık Ege dizisinin içine düşülmüş hissiyatı vermekte, yol kenarları buğday ve düzlük... Uzaktan dağlar bu gelenler de kim dercesine inceden inceden kesmekte. Bu şekilde bitmeye yüz tutarken yolculuk, gün içinde de bazı etkinlikler olacağını biliyoruz ama diğer yandan da akılda abaküs hesabı, "2-3 saat uyuruz en azından..."

Salih karşıladı servisin motorunun söndüğü yerde, suratında eksik olmayan iki şeyle; gözlüğü ve tebessümü. Kucaklaştık, geçtik eve, dedim Salih uyuyabilir miyiz, evet ama 1 saat sonra yolculuk dedi kendine has tebessümüyle...

Eyvallah dedik, uyku ve kahvaltı arasındaki tercihi naif aile fertleri ve sonradan dahil olan Salih ve Duygu'nun dostlarıyla tanışmak için kahvaltıdan yana kullandık.

Duygu Denizli'de ama ne organizasyondan ne de bizim geleceğimizden bi'haber. Fakat ben, buna rağmen damperli kamyon misali sosyal medyaya Denizli görseli koydum, kesmedi, Duygu ve Salih dedim, o da yetmedi -şu an hatırladıkça çenesi delik olduğu halde dondurma yiyen insanlar gibi utancımı üstüme üstüme damlatıyorum- "en özel günlerinden birisi için Denizli'ye" diye not da ekledim.

Artık ben bir yangınım farkında olmayan, ekip arkadaşım, kardeşim Mehmet Anıl Parlak ise tazyikli itfaiye hortumu gibi yetişiyor imdadıma ve hemen özelden yapıştırıyor mesajı, kısa çaplı iletişimle söndürülmeye başlıyorum.

- Abi, Salih'in organizasyonu sürpriz olmayacak mıydı?
- Öyle mi olacaktı?
- Sanki öyle olacaktı sen bir sor istersen.
- Hee... Tamam...


Arog'da parmakları düğüm alan kaleci seriliği ile siliyorum paylaştığım gönderiyi. Sonra Salih'e yazıyorum:

- Yavrum, biz bindik.
- Tamam kardeşim. İyi yolculuklar.
- Evlenme teklifi sürpriz mi?
- Sürpriz . Sizden haberi yok.
- Hee...
- Siz gelince garajdan Acıpayam Kooperatif arabaları var ona bineceksiniz ben alacam. Daha sonra siz diğer arkadaşlarla organizasyonun olduğu yere gideceksiniz. Biz ablamla Duygu'yu kandırıp yanınıza geleceğiz sürprizle...


Tam da burada dur okuyucu!

Bu konuşma sırasındaki "hee", sözün bittiği, bittiği yerden başlayamadığı, birden bir tişörte dönüşüp üstüme giydirilip, yoldan geçen çocukların ise fark ettiği anda parmaklarını bana doğrultmak suretiyle "BAKIN BU BİR DRAMDIR" diye haykırdığı yerdir.


Neyse ki Duygu bunu görmedi. Tabi ben de bu yaptığımı bu kadar kapsamlı ancak etkinlik bitince ikinci kadehten sonra anlatabildim.

Dünyanın en nadide enerji kaynaklarından olan Salih'in annesi ve diğer naif aile üyeleriyle tanışıp, sonradan eve gelen arkadaşlarla da tanıştıktan sonra Salda Gölü'ne yolculuğumuz başladı. Evlenme teklifini Marmaris'te teknede yapmayı düşünmüştü fakat bazı teknik aksaklıklar, organizasyon yerini Salda Gölü'ne yöneltti. Plan şuydu, 10-11 gibi evden çıkıldı, Salih Duygu ile buluşmaya gitti, biz de 7-8 kişi Salda Gölü'ne... Önce hafif dozda mangal, zemin etütü, sonra ise deniz kabuklarının çiviyle delinmesinden kumsalın ortasına ses sistemi kurup evlenme teklifinin olduğu pankartı sabitleyecek kalasları çerçeve haline getirip kumsala dikmeye, Salih ve Duygu'nun fotoğraflarının asılacağı düzenek yapmaktan kumsal yolunu meşalelerle ışıklandırmaya kadar güneş çarpmalı tatlı telaşlı, yer yer sövmeli "ama Salih için değer"le bitmeli bir gün...
       

Mustafa'nın şapkası... Yılmaz'ın kaldırmaya çalıştığı fakat şehirden çok daha önce dikilen, şehrin sonra üstüne eklendiği tabela ile imtihanı...





Denizci Sahil Güvenlikçi Alican'ın "Sahil Güvenlik de Donanma'nın Jandarması" tezini ruhumuza kazıyan "ucuz iş gücü"ne yatkınlığı... Berkant'ın (Sülüyman) görmesek de gitmesek de varlığını öğrendiğimiz pavyonu, bu iddiasını güçlendiren tatlış şivesi ve "Müteahhit Fikri" tavrı...




Ve Duygu'nun arkadaşlarının güneşe kafa atarcasına çalışmaları, zorluklara meydan okumaları ve paylarına düşen amele yanıkları...



Belli aksiliklere rağmen her şeyin yetişmesi...


Duygu ile Salih'in sahile geldiği anda çalan müzik...


Duygu'nun şoka girmesi... Şokun etkisiyle esnafa bağlayıp, evlenme teklifi yerine "bu kazıkları buraya nasıl çaktınız ya" diyerek detaylara takılması... 



Devam eden şokun etkisiyle beni görüp, yok sayması -ki ben bu tarz bir yok saymayı göz göze değilse de bir ortamda var olarak da yaşamıştım- sonra da sanki sen hep Acıpayam'daymışsın gibi hissettim diye açıklaması...



İzmir'e son mermisini atarak giren Kuvayi Milliye gibi gururlu ve yorgun şekilde etkinliği tamamlamanın huzuru... Sonrasında sahilde kurulan yer masasında şartlar dahilinde feleğimsiden bir şekilde çalınan gece... Sahil üzerinden yönlendirilmek suretiyle kaldırılan kadehler...





Hayatta mutluluğu en çok hak eden kişilerden birisi olduğuna inandığın kardeşinin, can dostunun, badinin ve onun kardeşim, çok değerli müstakbel eşinin mutluluğuna tanık olmak, ucundan da olsa katkı sağlamış olmanın iç huzuruyla onları seyretmek, arada yalnız başına sahile giderek, Salih'ten ısrarla yöneltilen artık sıra sende, bundan sonra sen arayacaksın ben geleceğim cümlelerini ahval ve şerait ekseninde tebessümlerle geçiştirmek... Kimin yaptığı bilmediği kek ve tatlıları yemek, rakı ile de ne kadar güzel gittiğini keşfetmek, hayalleri keşkeler ile birbirine ilikleyerek...

Gecenin finalinde ise bağlamasını alması Salih'in... Kadife sesiyle girmesi o türküye:

"Şafak söktü yine Sunam uyanmaz,
hasret çeken gönül derde dayanmaz"


Bana da ona eşlik etme şerefinin yine denk gelmesi...

Yıldızların bile "kadife ses"e olan hassasiyetini yakamozlarda hissetmek...

***

Salda Gölü'nde tekmelememize rağmen yerinden kıpırdamayan tabela kadar kalıcı olur mu bu yazılanlar bilemem, benimkisi kardeşimin en güzel gününde yakasına bir tebessüm iliştirebilmek, anın resmini kara kalemle olmasa da klavye tuşları ile yapabilmek, elimden geldiğince...

Hem senin hem ailenin hem de arkadaşlarının misafirperverliği için ne kadar teşekkür etsem az.. Üstelik Denizli'den hem senle hem babanla çalıp söylemiş olmayı haneme yazdırıp bir anne daha kazanarak ayrılmak, ne büyük şans ne büyük güzellik...


Hep mutlu ol, mutlu olun kardeşim.

Yardım ve yataklık gerektiğinde, ses vermen yeter...

En kötü gününüz, o gün gibi olsun...

İyi ki varsın, en zor günlerimi kolaya eviren güzel insan...

ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
17 TEMMUZ 2017





26 Mayıs 2017 Cuma

DÜN, BUGÜN, GEÇMİŞ, GELECEK


Böyle yıpratıcı günlerin ertesinde değerli aydınların, liderlerin geçmişte yazdıklarını okumak, fırtınada sığınılacak liman gibi...
Örneğin Ahmet Taner Kışlalı o dönem(1998), Baykal'a parti içinde muhalif olanlar için şu öneride bulunmuş:
"Kemalist Alparslan Işıklı ile Kemalistlere "faşist" diye saldıran Zülfü Livaneli'yi listelerinde yan yana koyma mantıksızlığından kurtulursa...
Parti içi demokrasinin bir amaç değil bir araç olduğunu unutmazlarsa...
Baykal'a karşı olanlar karması olmaktan çıkarlarsa...
Ve "CHP tarihsel kimliğini yitirmiştir, biz bunun kavgasını veriyoruz" diyerek Kemalizmi bayrak yaparlarsa savaşımları bir anlam kazanır ve ağırlık kazanır..."
***
Kişiler değişiyor, yıllar değişiyor ama düzen de sorun da hep aynı...
Aynı cümleleri isimleri değiştirerek koyalım desek;
partide öyle kapsamlı bir tasfiye oldu ki Kemalist deyince aklına isim getirmekte zorlanıyor insan...
İlk akla gelen Birgül Ayman Güler...
O zaman şöyle diyebiliriz, Ahmet Taner Kışlalı aynı bakış açısıyla bugünü nasıl yazar ne öneride bulunurdu sorusuna yanıt olarak:
Kemalist Birgül Ayman Güler ile Kemalistlere "faşist" diye saldıran Sezgin Tanrıkulu'nu(Burada isim seçeneğimiz sonsuza yakın) listelerinde yan yana koyma mantıksızlığından kurtulursa...
Parti içi demokrasinin bir amaç değil bir araç olduğunu unutmazlarsa...
Kemal Kılıçdaroğlu'na karşı olanlar karması olmaktan çıkarlarsa...
Ve "CHP tarihsel kimliğini yitirmiştir, biz bunun kavgasını veriyoruz" diyerek Kemalizmi bayrak yaparlarsa savaşımları bir anlam kazanır ve ağırlık kazanır...
***
Aklı başında olan ve CHP seçmeninin kaygılarını, hassasiyetlerini gören kim buna hayır diyebilir ki?
Ve finalde tarihi uyarı yine Kışlalı Hoca'mızdan:
"Kemalizmi geçmişin bekçiliği sananlar, "geleceğin öncüleri" olma fırsatını değerlendiremezler"
ÇAĞDAŞ BAYRAKTAR
17 NİSAN 2017

19 Mayıs 2017 Cuma

ÖLÜMÜN, ÖLÜMSÜZLÜĞÜN İZİNDEN GİDERKEN






19 Mayıs 2017. Ellerimle göz göze gelmek, defalarca, dakikalarca.
Ellerimde toprak…

Cem Aziz Çakmak toprağı, vatan toprağı…



4 Temmuz 2015.

Ben buraya gelmiştim ilk kez. Hayatımda ilk kez bir cenaze defin işlemine tanık olmuştum. Hayat o zamana kadar ölümle sınamadığından bu konudaki dini ritüellerim eksik kalmış(tı)

Teğmen Çelebi (30 Ağustos 2014 benim için nasıl büyük bir kırılma anıdır, bunu tam 3 yıl sonra anladım. Ki bu kırılma anı, yaşanmışlıklar değil de yaşanmamışlıklarla alakalıdır.) bana uzattı küreği, toprak attım mezara. Sonra başkasına verdim küreği. Ben o toprağı Cem Amiral’in üstüne attığımı bilmiyordum ki… Tahtaların dizildiğini görmüştüm. Bir kişinin üzerine neden tahtalar konur diye isyan etmiştim… Sanki olur da yeniden nefes alırsa çıkamasın diye. Belki de bazı şeyleri Cem Amiral’e konduramamanın yarattığı akıl tutulması.

Kötüydü.

Sonra, hep aklımda olsa da gelemedim onun huzuruna. Ne dese haklı. Vefasızlık yaptım. Belki de dara düşünce geldim onun huzuruna. Ona gelip ona anlatmaktan başka bir çare bulamadıysam…

19 Mayıs 2017. İnce bir yoldan yürüyoruz, onun mezarına yaklaştıkça geçmiş yapışıyor yakama da o hiç yakışmıyor hala buraya…

4 Temmuz 2015’e (Yine bu tarih de ne büyük bir başka kırılma noktasıdır, aynı şekilde 2 sene sonra anlaşılan. Üçüncü tarih henüz gelmedi, aksilik çıkmasın diye o tarihi yazmayacağım.) dönüyorum mezarının önüne gelince. Elimi uzatıyorum mezar taşına, sonra incinecekmişçesine çekiyorum elimi geri. (Ben bu kıyamamayı bir kızın saçlarında hissetmiştim sadece. Çünkü “Semazen eteklerine benzetirdim saçlarını, melakelerden aldığın kokunla dinlenirdim.”) 

Elimizde çiçekler, ekmek için yeltenecek olduğumuzda mezar yetkililerinden birisi uyarıyor, “Şu an ekili çiçeklerin mevsimi geçti, onları sökmeniz lazım.” Toprağa dokunuyorum, o kadar bol o kadar yumuşacık ki. Merak edip yan mezarlıklardaki toprağa dokunuyorum, hayır, hiçbiri bu kadar yumuşacık değil, bol değil. Toprağın bol olsun sözünün anlamını tam da o anda kavrıyorum.

Aklımı toplayamıyorum. Çiçekleri ekerken yine uyarıyor görevli, “Keşke başka çiçek seçseydiniz, bunlar çabuk kurur.” Belki de haklı ama yanılıyor. Çünkü Cem Aziz Çakmak’ı da onun enerjisini de direncini de bilmiyorlar. Normalde 10 gün yaşayacak çiçeği onun enerjisinin aylarca yaşatacağını… Çiçekleri ektikten sonra “Can suyu vermemiz lazım abi.” dedi Sena. Ekilen çiçeklerin ilk suyuydu can suyu. “O çiçeklerin can suyu da Cem abi.” dedi Sena. Haklıydı ama eksikti. O hala bizim de can suyumuzdu.

Mutlu olmak istiyorum ben abi dedim. Ben ne zaman mutlu olsam hep korkarım, benim mutluluklarım hiç uzun sürmez ki. Sonrasında bir aksilik olur, bozulur bir şeyler. Ben ki üniversiteyi bitirdiğimde bile aylarca aynı rüyayı gördüm. Okuldan arıyorlar, size bir derste yanlış not verilmiş, diplomanızı teslim etmeniz gerekiyor. Savunduğum değerlerle ilgili ne kadar net ve güçlüysem, kendi iç dünyamdaki bazı konularda bu kadar olumsuza yorabiliyorum bir şeyleri. Mutluluk denen “görüntü”, geldi ve gitti. Televizyon da değil ki kafasına vurunca düzelsin, geri gelsin.

Eminim, dinliyor beni. Ben yine ona sığınıyorum.

İlklerimde hep sen vardın abi diyorum. İlk cenaze törenim… İlk definim… İlk kitabımda yaptığım denizcilik atıfımda… Belki diyorum abi, hatta söz diyorum abi, eğer bir gün bir şeyler güzel olursa yine ilk sana geleceğim, mümkünse tek değil. (Bazen beklemekten başka insanın elinden bir şey gelmez.)(Bazen beklemek, en ağır işkencenin topluma şirin gösterilmesidir.)

Anlatıyorum, saatlerce. Sena şahit, Sena kızgın, fazla umutsuz konuştuğumu düşünüyor, Cem abinin de buna kızdığını…

“Köprüüstü müsaade” deyip çıkıyoruz mezardan… Kendimizden kalan parçaları toplayabildiğimiz kadarıyla…

Sonra bir yat. Boğazın ortasında bir tur. Gözlerim hala ellerimde, ellerimde toprak, vatan, Cem Aziz Çakmak. Kız Kulesi'ni görüyorum, sonra o’nu gören çay bahçelerini, kiviyi, oraleti ve her defasında, manzarasında unutulan çayı.

Boğaz turuyla daha da hissediyorum etrafımın İstanbul tarafından sarıldığını. Tüm güzellikleri karşısında, şeker görünümlü zehir gibi.

İstanbul diyorum, asla diyorum.

Aklıma Murat Menteş’in bir cümlesi geliyor (Murat Menteş’in bazı cümleleri “Korkma Ben Varım” gibi her zaman aklımın üstünde çakılı duramıyor.): “Bir şeyi asla yapmam demekle başlar, sonunda o asla yapmam dediğin şeyi yapacağın süreç.”

Belki de Hikmet Benol haklıdır, kelimeler bazı anlamlara gelmiyordur.

Fakat bildiğim bir anlam varsa, Cem Aziz Çakmak, hala kutup yıldızı, hem de sadece donanmanın değil, hepimizin.

İnsan, kendi içinde kaybolduğunda yönünü bulmak için bile ona bakıyor.

Bir bulsa insan, aradığı yön’ünü, emin ol sonrasında “devrim” tetikte bekliyor.

Ve devrimi,
devrinin daim olduğunu gördüğün adam’a anlatıyor yine insan.

Uğur Mumcu anımsatıyor bir hususu tam da zamanında:

Kimi ölüler bize ne kadar yakın. Yaşayanların birçoğu ne kadar da ölü.”
19 Mayıs 2017’den bildiriyorum ve ummak istiyorum, soysuzlaşan sadece padişah ve saray ahalisi olmasın.

Amiralim, ne olur yine tut elimden, yine yardım et, kardeşin yıllarca kapandığı dehlizlere tekrar dönmek zorunda kalmasın. 

Misilleme Kurşunkalem
19 Mayıs 2017 / İstanbul